Jack London: Kızıl veba
İnsanlık, geleceğin dünyasını “karanlıklar” içinde algılamaya başladığı andan itibaren, gölgesini “karamsar bir gelecek” kaygısıyla birlikte sanat edebiyat eserlerinin üzerine düşürür.
Hastalık
İnsan, yeryüzünde bir gün öleceğini bilerek yaşayan tek varlıktır. İnsanın belki de en temel gerçeği, ölümle yüzleşme zorunluluğudur. Onun hastalıklar ve salgınlarla mücadelesi, ölümle mücadelesi anlamına da gelir. Hastalık, bir insanî gerçeklik olarak insana ait, onu var kılan ve onunla kaim olan yeryüzünde zaman zaman bir sınanma bazen de bir ceza olarak yorumlanır. Tıpkı Jack London’ın 1915 yılında yayımlanan Kızıl Veba romanındaki gibi.
“Hastalık”, Susan Sontag’ın metaforik bir şekilde tanımladığı gibi, “hayatın gece karanlığıdır”. İnsanın “sağlık” ve “hastalık” arasındaki seyahati insan kalma durumunu belirler. İnsanlık tarihinde hastalıklar; insanı ve onun bilincini çeşitli boyutlarda etkiler, değiştirir ve dönüştürür. Bütün bunlar insanın uzun yürüyüşünde toplumların benliğinde yer eden duraklara benzetilebilir.
Hastalığın şiddetli dostları olan salgınlar ise ilk insandan modern çağın başlangıcına doğru uzanan bir sürede, neredeyse on dokuzuncu yüzyılın şafağına kadar ürkütücü bir haleyle çevrilidir. Onlar zamanla ortak insanlık mirasında korkutucu bir üslubu kuşanır. Bazıları ölümle kol kola girerek insanlığın ortak hafızasında ölümcül yaralar açar. Bu yaraları sanatın diliyle ilk defa dile getirenler ressamlardır. Salgın hastalıklarla ilgili gravür ve resimler yapmaya başlayan sanatkârlar hastalığın korkunç doğasını anlatmak isterler. Bu başlangıcın bir başka boyutu daha sonra edebiyatta karşılık bulur. Edebiyat ve sanatı en fazla etkileyen hastalıklardan biri vebadır. Veba belli bir süre, ölümün kardeşi anlamında hafızalarda ve sanat eserlerinde yer eder. London’ın romanındaki veba, birkaç saat içinde insanı öldürür, cesedini bile parçalar, onu bir et yığını haline getirir.
İnsan, hastalıklara çare bulur ama o asla tamamen sona ermez, sadece ismini değiştirir. Sıtma, cüzzam, frengi, çiçek hastalıklarını modern çağların salgınları ve daha gizemli hastalıklar izler. AIDS, Ebola, Sars ve son olarak Covid-19 ile insanın hastalıklarla mücadelesi farklı boyutlara taşınır. Bu salgınlar belli oranda dünyayı değiştirmeye devam eder. Değişmeyen ve üzücü olan tek şey, onların varlığının sürmesidir.
Hastalık, insanlarla ölümün fısıldadığı bir dille konuşur. Onun adını söylemenin lanetlenmek anlamına gelmesi ihtimalinden korkulduğundan insanoğlu feci bir suskunluğu tercih eder. Suskunluklar içinde korku dile gelir aslında. Romandaki İngiliz Edebiyatı Profesörü James Howard Smith, nam-ı diğer Granser, vebadan kurtulur ama torunlarının bile anlayamayacağı bir dil konuşmaya mahkûm olur. Çünkü çöken sadece insan değil onun yarattığı dünyadır: yazı, dil, kitap… Romanda hastalık bir cezalandırma metaforuna bürünür bu yüzden. Tanrılar, yaptıkları kötülükler, işledikleri suçlar karşısında bazen bir insanı bazen de salgınlarla bütün toplumu cezalandırır. Romanda ise acımasız kurallarla kapitalist bir düzen kuran medeniyet yapar bunu.
Kimya Fakültesi
“Olmayan yer” anlamına gelen ütopya kelimesi, daha çok “ideal yer” anlamında olumlu bir çağrışımla kullanılır. Kısmen bu çağrışım distopyaya da ulaşır. Fakat kıyamet sonrası (postapokaliptik) anlatılarında dünya karamsar bir gelecek tasavvuruyla tasvir edilir. Onunla insanın gözünün önüne rahatsız edici imajlar getirilir. Harabelerle, yıkımla ve ölümle tanımlanan manzaralar yer alır romanda. Buna genelde şişmiş cesetler, yıkılmış medeniyetlerin molozları ve çürüyen şeyler eşlik eder. Romandaki San Fransisco şehri gibi öncelikle olmak üzere dünya çürümüş cesetlerle dolar taşar. Vebaya yakalanmamak için üniversitenin Kimya Fakültesine sığınan insanlar, aslında ölümü kapatırlar üzerlerine… Fakülteye sığınanların ölmeye başlaması, bilimsel temellerle kuşatılmış pırıl pırıl medeniyetin de çöküşünü ilan eder.
Kızıl Veba romanındaki gibi postapokaliptik kurguda artık devlet, düzen, ahlâk kalmamış, bunların hepsi medeniyetle birlikte çökmüştür. Dünya artık orman kanunlarına ve çetelere, daha sonra da sürüler halinde dolaşan vahşi hayvanlara kalmıştır. Alt sınıflar ve vebalılar; üst sınıfları, yöneticileri, kapitalistleri öldürür. Zevkli bir intikam şeklidir bu! Bu yüzden kaos insanın tek gerçekliği olur. İnsan ölümden kurtulmak için medeniyetten kaçar, kaçtığı yere ise ölümü taşır. Kırsala kaçanlar, ölümü de peşlerinden sürüklerler. Yıkım kolayca her yere yayılır. Yeryüzünde ancak yüzlerce insan canlı kalır. Modern ve tanıdık bir eylem biçimidir bu…
Karamsarlığın son haddine ulaştığı bu anlatıların ortaya çıkışında, dünyanın “gelmiş geçmiş en modern ve medenî çağındaki” krizlerin, dünya savaşlarının, katliamların, soykırımların, ekonomik ve siyasi sömürü artışının ve de hastalık, salgın ve kıtlıkların insanı ölümle yüz yüze getirmesinin şüphesiz büyük etkisi vardır. İnsanlık, geleceğin dünyasını “karanlıklar” içinde algılamaya başladığı andan itibaren, gölgesini “karamsar bir gelecek” kaygısıyla birlikte sanat-edebiyat eserlerinin üzerine düşürür. Bu açıdan bakıldığında muhtemel geleceği kopkoyu gören Jack London gibi yazarlar, toplumları uyarmak, gelecek dünyanın hiç de arzulanan bir aydınlıkla kuşatılmadığını göstermek, tehlikenin büyüklüğünü ortaya koymak amacıyla bu türden distopik eserler yazarlar.
Virüs
Romandaki veba virüsü, insanın sahip olduklarını ve toplumsal aktivitelerini değiştirmiyor, gözle görülmeyen bir virüs marifetiyle dünyanın kurulu düzeninin temel direkleri sarsılıyor ve kapitalist bir ekonomik sistemin kendini kolayca imha edilebileceğini ilan ediyor. Yakın bir zamanda şahit olduğumuz salgın günlerinde insan, dış etkilerle kendini evinde izole edecek bir “yalnızlığa doğru çekti” veya belki de “kapattı”. Koronavirüs salgınında birkaç ay önceye kadar “büyük kapatılma” şeklinde yorumlanabilecek ve irademizin dışındaki bir gücün bizi dışarı çıkmamaya, diğer insanlarla sosyolojik açıdan birincil türden bir ilişki kurmamaya, hatta hayatını idame ettirmek için dışarıdan edindiği mal ve eşyalara dokunamama türünden bir distopik mahkûmiyet/mahrumiyet virüsünü de bize bulaştırdı. İnsan, salgınla “dışarıdan gelen her türden olumsuzluğa/ hastalığa” karşı kendi tecridini yaratmakla hastalanmayacağını garantiye almak istedi. Yaşadığımız günler biraz da kurmaca dünyanın yalnızlığıyla Koranavirüsün sebep olduğu karantina yalnızlığını birbirine benzetti. İkisinin yolu da ilginç bir şekilde ölüm kavşağına çıkıyor olsa da!
Bütün modern tıbbî yenilik ve gelişmelere rağmen insanoğlu salgın ve hastalıklara karşı mücadelesini bırakmasa da günümüzdeki salgın, insana yeryüzündeki anlamını çeşitli biçimlerde sorgulatıyor. Ayrıca bu salgın, doğaya karşı zalimce müdahalelerinin sonuçlarını anlamak konusunda insanı “epistomolojik bir yalnızlığa” sürüklüyor. Yüzyıllar önce Plautus, daha sonra ise ifadeyi meşhur yapan Hobbes’un insanın zalim doğasını açıklamak için kullandığı “İnsan insanın kurdudur” ilkesi bir gerçeği dile getiriyordu. Koronavirüs sürecinde bu motto, kapitalist üretimin insanın doğasını tahrip eden yönünü ifşa eden “İnsan insanın virüsüdür” haline çevirdi. Bir insan binası medenî dünyada işte böyle yıkıldı kaldı.
Günümüze gelene kadarki distopik ya da postapokaliptik anlatılar, aslında büyük bir salgın yaşanırken yazılmamışlardı. Bu anlatılarda genel anlamda modern toplumun büyük buhranları; doğaya karşı tahripkâr gelişmeler, insan ve insanın onuruna, varlığına, insan olmanın anlamına karşı yürütülen uygulama, gelişme ve teknolojilere başkaldıranların itirazları yer alırdı. Günümüzde ise salgını yaşayanlar, kıyamet sonrası anlatılarının bile tasavvur edemeyeceği tarzda farklı bir distopyayı bizzat yaşıyor. Hatırlayalım, aylarca evlerinden dışarı çıkamayan, kendini salgından korumak için gönüllü olarak karantinaya alan, virüs bulaşır endişesiyle sahip olduğu eşya ve nesnelere dokunamayanlar yeni ve belki de başka hiçbir çağda görülmeyen kaotik bir dünyayı yaşadı. Bu korku dolu dünya, kıyamet sonrası anlatılarındaki “karamsarlığın doruk noktasına” ulaşmış bir distopik anlatı değil gerçeğin aktüel zamandaki karşılığıdır. Bu gerçeğin gözlüğünü kullanan sanatkâr, verdiği eserlerle var olmayan bir tasavvuru kurmak yerine, var olanı yaşayıp insanın distopik bir kâbustan uyanmasına dair anlatılar kurabilir. Tıpkı Kızıl Veba romanının gösterdiği ufuk gibi…