İyilerle karşılaşmak ve unutuş ve hatırlayış
Karşılaştığım her kişiyi benden iyi, benden güçlü, benden zeki… sanmak elbisesini ilk defa o yaşlarda üzerimde denemiştim. Yapışkan, büyüdükçe bedenin ve ruhunun şeklini alan bir elbise olmalı ki şu yaşa gelmiş olmama rağmen çıkarabildiğim söylenemez doğrusu. Tam da bu yüzden insan seksenine gelse bile “yetimdim” demez “yetimim” der. Çünkü yetimlik, insanın ruhuna yapışan bir ebedi şimdiki zaman elbisesidir.
Ben ilk gençlik çağlarımdayken, herhangi bir cümleye “ben ilk gençlik çağlarımdayken” diye başlayan kimse yoktu etrafımda. Zaten gençlikle ilk gençlik arasındaki farkı bilen de yoktu.
Ben de bildiğime emin değilim ya, olsun. O zamanlar Almanya’dan önce Yozgat’a sonra Ankara’ya taşınmış, adapte olmaya çalışıyordum. Neye? Vatana, yeni şehre, hayata, elbette yetimliğe… Mahalledeki öbür çocukları –tipik Ankara bebesiydiler oysa- kibar, soylu, kendimi kaba buluyordum. Karşılaştığım her kişiyi benden iyi, benden güçlü, benden zeki… sanmak elbisesini ilk defa o yaşlarda üzerimde denemiştim. Yapışkan, büyüdükçe bedenin ve ruhunun şeklini alan bir elbise olmalı ki şu yaşa gelmiş olmama rağmen çıkarabildiğim söylenemez doğrusu.
İnsan seksenine gelse bile “yetimdim” demez “yetimim” der. Çünkü yetimlik, insanın ruhuna yapışan bir ebedi şimdiki zaman elbisesidir.
Tam da bu yüzden insan seksenine gelse bile “yetimdim” demez “yetimim” der. Çünkü yetimlik, insanın ruhuna yapışan bir ebedi şimdiki zaman elbisesidir. (“İnsan”a yakışan da bir elbise; değil mi ki Allah bile Resul’üne aynı elbiseyi giydirmiştir. Zira “yetimlik hikmetinden sual olunmayan O’nun eğitim metodudur” diye haddimi aşan bir söz etmiştim bir zamanlar. Ama bu başka bir mevzu.)
Her havuzun dibi
Çocukluk ve ilk gençlik çağlarımda yanımda beni şefkat, merhamet ve vakarıyla kuşatan büyükbabam ve babaannem vardı. “Yanımda” zayıf bir ifade oldu. Etrafımda, önümde ve arkamda; korumak kollamak ve önümü açmak için. Büyükbabam, “ben gençken bir oturuşta bir kuzuyu yerdim” diye böbürlenmeyi, kahveye gitmeyi, tütün içmeyi, kızkardeşimle bana her karne günü döner ekmek alıp, babaannem ne zaman evden uzağa gitse bize iri dilimli sucuklu yumurtalar yapmayı; bir de söz bir şekilde gurbetçi olarak gidip geldiği Almanya’ya geldiğinde “her hausun dib ayndır, ih ben dü sen şu benim emmimin oğlu” deyip gülmeyi severdi.
Uzun zamandır alzaymır hastası; bırakın hayatı boyunca yaptığı havuz esprisini hatırlamayı, soluk almayı, yemek yemeyi bile unutuyor. Beş yıl kadar önce -tıbben hastalığın hangi evresi sayılır bilmiyorum, bizi hatırlamadığı zamanları kast ediyorum-, hatırlanmamak çok ağırıma gitmişti. Ölüm gibi bir şey diye düşündüğümü hatırlıyorum.
- Peki ölen kim? Biz mi o mu? Acaba büyükbabam her sabah uyandığında kendi varlığını idrak etmek için kendisine yeni bir hayat inşa ediyor mu? Hangi hikayeyle uyanıyor, kendisini sakinleştiriyor, damarlarında kan gibi akan hikaye ne söylüyor?
Etrafında hatırlanma telaşıyla koşturan bizlere bakıp hikayesine dahil ediyor mu? Gözlerimizi gözlerine yaklaştırıp ufacık bir alev, parıltı aradığımızı fark ediyor mu? Hatta bu durumda bile bütün insanlığımızla hızla bir hiyerarşi inşa ettiğimizi görüyor mu? “Galiba beni tanıyor” diye birbirimize belli belirsiz caka sattığımızı…
Hatırla-n-mayan insan ölmüş müdür? Bizi var eden bilinmek mi, bilmek mi? Ya da ruhumuz bütün bunların ötesinde bir varoluşa mı sahip?
Almanca umurumda değil ama her havuzun dibinin aynı olduğu hakikati, bugün kitaplardan öğrendiğim alengirli hakikat parçacıklarından çok daha fazla aklıma yatıyor. İş, o değişmez dibin neresi ya da ne olduğunu bilmekte: Başlangıç mı son mu? Kalp mi akıl mı? Ruh mu? İmtihan mı? Hayat mı ölüm mü? Bilmek mi bilinmek mi? Unutuş mu hatırlayış mı?
Vela Yuhitune
Babannem dua ederdi. Ben çocukken, ilk gençlik çağlarımda, büyüdüğümde, büyüdüğümü sandığımda… Şöyle derdi mesela:
Allah iyilerle karşılaştırsın. Ve Allah iyilerle karşılaştırırdı. Ya da şöyle: Hızır yoldaşın olsun, melekler gardaşın olsun. Olurdu.
Babannemin dualarının ömrüm boyunca beni nasıl koruduğunu, bir zırh, belâsavar bir bulut gibi pek çok badireden kıl payı sıyırmama sebep olduğunu o son nefesini verdiğinde dehşetle fark ettim. Kendimi savunmasız, çırılçıplak; iyilerden ve iyilikten fersah fersah uzaklaşmış kötülere ve kötülüğe yaklaşmış buldum.
Korktum. Ürperdim. Onu, amcamla elele verip ebedi istirahatgâhına koyarken, toprağa emanet ederken, otuz koca yıldır yasını tuttuğu oğlunun yani babamın yanına uğurlarken, cenaze namazını kılarken, herkesten uzakta onun için katıla katıla ağlarken hep aynı şeyi düşündüm: Şimdi benim için kim dua edecek? Hızır yoldaşım, melekler kardeşim değil mi artık? İyilerle nasıl karşılaşacağım?
Babannem Kur’an okumayı yetmişinden sonra öğrenmişti, harf harf kan ter içinde azimle… Ömrünün son yirmi yılını Ayetel Kürsi ezberini tekrar etmekle geçirdi ve fakat garip bir tecelliyle bir türlü tamı tamına ezberden okuyamadı. Ne zaman yanına gitsem, “hadi bir dinle beni” deyip okumaya başlardı:
- Allâhü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm, lâ te’huzühu sinetün velâ nevm,
- lehu mâ fissemâvâti ve ma fil’ard, men zellezi yeşfeu indehu illâ bi’iznih, ya’lemü mâ beyne eydiyhim vemâ halfehüm…
- Vela yuhitune babaanne…
- velâ yü-hîtûne bi’şey’in min ilmihî illâ bima şâe vesia kürsiyyühüssemâvâti vel’ard,
- velâ yeûdühû hıfzuhümâ ve hüvel aliyyül azim.
Amin. Yetmişinden doksan yaşına kadar yirmi yıl boyunca her gün torunlarından kim yanına gelirse tekrar tekrar… Belki de bize okutmanın, bizim için okuduğu sureyi, dudaklarımızdan, kalbimizden de geçirmenin bir yoluydu bu. Hatun Hanım’ın yıllarca inatla sürdürdüğü en gizli numarası? Kim bilir? İnsanlar surelerle hemhâl olur mu bilmem ama Hatun Hanım’a uzun bir Ayetel Kürsi miktarınca yaşadı diyebiliriz…
Mekanı cennet olsun. Bunları neden anlattığımı bilmiyorum. Bir yerlerde sözü; unutmak hatırlamak iyilik kötülük mefhumlarına doğru taşımayı düşünüyordum. Ama babaannem ve büyükbabamın taptaze hatıraları dururken ilerleyemedim. Dalları göğe uzanan ulu çınarlar önünde kibirlenip ahkam kesmek değil susup efkarlanmak gerekir. Yani sevgili okur, bu defa da yarım kalsın, bu defa da dertlerimizi, hatıralarımızı paylaştık diyelim fena mı olur? O kadarcık da hatırımız olmasın mı?
Hani şu mahalleden ve ilk gençlik çağımdan bahsetme sebebim olan hikâye ise sonraki yazıya kalsın. Zira Bilal abinin “artık iyi olmayacağım” dediği o garip gün önemli.