İstanbul'un en kalabalık semti: Karacaahmet mezarlığı

Arşiv
Arşiv

Geçmişten günümüze önünden her geçenin şöyle bir baktığı, hatta seyyahların bile “doğunun en büyük kabristanı” olarak nitelediği bir yerdir burası... İçinde medfun olan şahsiyetleri de düşünürsek; Nâbî, Nedîm, Enderunlu Vâsıf ile Emin Hâkî, Nâbizâde Nâzım, Mirzazâde Ahmed Neylî, Cemil Meriç, Cem Karaca, Metin Eloğlu…

“Şehrin gerçek nüfusu sıfırdır ölüler de dahil edildiğinde…” Böyle söylüyor Osman Konuk bir şiirinde. Bazı dizeleri anlamak için bazı zamanların, olayların ve mekânların tecrübe edilmesi gerekiyor. Fiziksel olarak bir tecrübe olmasa da, her zaman bildiğimiz, duyduğumuz, yanından ve yöresinden geçtiğimiz o yer bana bu dizenin anlamını şerh etti. Bu dizeyi şerh eden mekân Karacaahmet Mezarlığı’ydı.

İstanbul’un hemen hemen her semtinde bir mezarlık bulunur. İstanbul’un geçmişten bugüne gelişen sosyolojisi, imar durumu vs gibi etmenler bu mezarlıkların oluşumunu hızlandırmıştır. Çok uzak bir memleketten gelen insanlar, bir süre sonra vefat eden yakınlarını memleketleri yerine İstanbul’a defnetmeye başlamışlar ve böylece Türklerin kültürel hayatına da uygun olarak ölülerimizle dirilerimiz bir arada yaşamıştır. İşte bu mezarlıkların arasında Karacaahmet Mezarlığı hem tarihiyle, hem de anlamıyla diğer kabristanlardan çok farklı bir yerde durur. Bunu anlamak içinse İstanbul’un fethinin bile öncesine gitmemiz gerekecek.

Yahya Kemal, yabancılara hemen şairane bir cümleyle karşılık verir: “Bunda şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle yaşarız…”

Türkler İstanbul’u yavaş yavaş kazanıyordu. I. Murad devrinde tarihler 1320’leri gösterirken, bugün sağ salim bir şekilde gezdiğimiz bu vatan toprağı yeni elde edilmişti. İşte tam da bu tarihlerde vefat edenler için bir mekân belirlenmişti ve bu mekân doğal bir şekilde mezarlık olarak genişliyordu. Bu mezarların arasında önemli bir şahsiyetin de mezarı vardı. Anadolu’nun Türkleşmesinde öncü rol oynayan Abdalân-ı Rûm zümresinden Karaca Ahmed… Karaca Ahmed burada medfundu, Evliya Çelebi de şöyle bahsediyordu bu hadiseden: “Karaca Ahmed Sultan Tekkesi mezaristan içindedir”. İşte buradan aldığı isimle dönemin tekke/kabristanı, 1698 yılından itibaren resmi kayıtlara Karacaahmet Sultan Mezarlığı olarak ya da Üsküdar Mekābir-i Müslimîn olarak geçer. İstanbul’un en eski kabristanı…

Geçmişten günümüze önünden her geçenin şöyle bir baktığı, hatta seyyahların bile “doğunun en büyük kabristanı” olarak nitelediği bir yerdir burası. El-hak doğrudur. İçinde medfun olan şahsiyetleri de düşünürsek; Nâbî, Nedîm, Enderunlu Vâsıf ile Emin Hâkî, Nâbizâde Nâzım, Mirzazâde Ahmed Neylî, Cemil Meriç, Cem Karaca, Metin Eloğlu…

Cem Karaca, o sırada oradan geçen kabir görevlisine şunu sordu: “vasiyet etsem babamın kabrinin üzerine beni de gömer misiniz?”

Türkiye’yi oluşturan her şeylerin bir kabristanda medfun olması, Yahya Kemal’den verilen o güzel iktibasla taçlansa keşke. O iktibası hemen hatırlayalım. Yahya Kemal, Türkiye’nin nüfusunu sora yabancılara, 15 milyon civarı nüfusu olan Türkiye için 50 milyon cevabını verir. Bu cevaba şaşıran yabancılara hemen şairane bir cümleyle karşılık verir: “Bunda şaşılacak ne var? Biz ölülerimizle yaşarız…”

Bugün bu cümleyi çok abartılı buluyoruz. Abartılı bulmamız da normal. Hayatın akışı içerisinde vefat edenlerden geriye kalanları hatırlayacak bir yaşam tarzımız yok. Bir sene bitmeden hemencecik unutuyoruz bize yadigâr bıraktıkları tüm eserleri. Sanki onları unutmak için gömüyoruz o kara toprağa. Bugün çok hayali gelse de bir dönem evet ölülerimizle birlikte yaşıyorduk. Hem onları yâd ediyor hem de bıraktıkları eserleri kendimize kılavuz belliyorduk. Çok uzak bir döneme gitmeden yakınlara gidelim. Cem Karaca’ya…

Kıymetli ölülerle, kıymetsiz dirilerin toplamı, sıfırı veriyor bize. Eksi değiliz de sıfırız diye şükrediyoruz bir an için. Toprak ağırlığından şehri sallıyor sanki.

Bir evin bir oğluydu Cem Karaca. Babası Mehmet İbrahim Karaca da onun için idealize ettiği hayatı hazırlıyordu. Şarkıcı değil, diplomat olmasını istiyordu. Oğlunun konserlerini polise şikâyet etmiş, hatta konserde yuhalamaları için adamlar tutmuştu. Her şey onun müzisyenlikten vazgeçmesi içindi ama Cem Karaca vazgeçmedi. Müzikte sebat etti. Ardından yaptığı bir albüm dönemin hükümetine göre siyasal suç teşkil ediyordu. Cem Karaca da yurtdışına çıktı ve uzun bir süre bu sebepten dönemedi. Uzun bir dönemin ardından siyasal problemler bitecek ve Cem Karaca vatana geri dönecekti. Gelmesine az kala babası vefat etti. Çocukluğu ve gençliği hep babasıyla yaşadığı problemlerle geçen Cem Karaca, daha sonra aldığı bilgilerle babasının ona nasıl düşkün olduğunu ve sevdiğini öğrenmişti bile ama yetişemedi babasına. Bir gün Karaca Ahmed mezarlığında babasının kabri başında dua edip, babasıyla dertleşmişti. Babamla ben nasıl buluşurum diye derin düşünceler içinde kabirde üzülüyordu. O sırada oradan geçen kabir görevlisine şunu sordu: “Vasiyet etsem babamın kabrinin üzerine beni de gömer misiniz?” diye sorar. “Evet” yanıtı alınca huşu içerisinde geri döner Karaca. Takdir-i ilahi, bu diyalogdan bir hafta sonra vefat eder ve vasiyetinde olduğu gibi oraya defnedilir. Biz ölülerimizle yaşarız…

En başa dönelim istiyorum. Osman Konuk’un o dizesine: “şehrin gerçek nüfusu sıfırdır ölüler de dahil edildiğinde”. Kıymetli ölülerle, kıymetsiz dirilerin toplamı, sıfırı veriyor bize. Eksi değiliz de sıfırız diye şükrediyoruz bir an için. Toprak ağırlığından şehri sallıyor sanki. Bir ağırlık çöküyor. Acaba diyorum biz miyiz toprağın altında yoksa onlar mı? Necip Fazıl’ın dediği gibi:

“Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet... “

Bugün yalnız Beyoğlu tepinirken mi ağlar Karacaahmet?