İslâm toplumu orta sınıf toplumudur

Kapitalizmin yarattığı temel problemlere baktığımızda çoğunun Müslümanlar içerisinde de ortaya çıktığını görebiliyoruz.
Kapitalizmin yarattığı temel problemlere baktığımızda çoğunun Müslümanlar içerisinde de ortaya çıktığını görebiliyoruz.

Geçtiğimiz ay Ketebe’den “İstanbul’un İktisadi ve İçtimai Tarihi 1” kitabıyla okurla buluşan Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu ile İslâm iktisadının zenginlik, servet ve lüks kavramlarına bakışını siyasi ve sosyal olaylar çerçevesinde konuştuk. Müslümanların lükse ve zenginliğe karşı nasıl bir tutum geliştirilebileceğinin cevabını da aradık.

“Müslüman her şeyin en iyisine layıktır.” cümlesini öğelerine ayırarak başlamak isteriz. Buradaki ‘Müslüman’ kim, kastedilen ‘her şey’ nedir?

Ahmet Tabakoğlu.
Ahmet Tabakoğlu.

Müslümanların en iyisine layık olması Müslümanlıklarına bağlı büyük ölçüde. O nedenle öncelikle İslâmiyet hakkında bazı kavramları ortaya koymak lazım. Hazreti Peygamber’in hayatı bize örneklik teşkil ediyor. Hazreti Peygamber’in, peygamber olmadan önce anıldığı sıfata bugünün Müslümanları layık mıdır, sorusundan başlamalıyız. Yani Müslümanlık olgusu ne dereceye kadar gerçekleşmiş vaziyette. Hazreti Peygamber Müslüman olmadan önce de “emin” lakabıyla tanınıyordu. Şimdiki Müslümanlar için dünyada bunlar emin insanlardır, güvenilirlerdir diye bir anlayış varsa o zaman problem yok demektir Müslümanlar açısından.

Kur’an-ı Kerim’de, eğer inanıyorsanız en üstün sizsiniz, deniyor. Muhtelif ayetlerde yine, iman edenler Allah’a, peygambere ve ahirete imana davet ediliyor. Demek ki problem var bu konularda. Günümüzde bakıyorsunuz Müslümanlar Batı ülkelerine gitmek için yollarda can veriyorlar. Güncel problemlerimize bakıp Müslümanlığımızı sorgulamak gerekiyor önce. Sonrasında en iyisine layık mı değil mi tartışmasına girebiliriz.

Dünya düzeninden bağımsız düşünebilir miyiz değişimimizi?

Bir şekilde kapitalist sistem Müslümanları da kendi içine aldığından sistem içerisindeki Müslümanları ayrıca değerlendirmek önemli. Hatta şöyle diyelim, kapitalizm bir noktada İslâmiyetin sonu gibidir. Acı fakat gerçek. Kapitalizmin yarattığı temel problemlere baktığımızda çoğunun Müslümanlar içerisinde de ortaya çıktığını görebiliyoruz. En temelinde israf konusunda dahi böyle. Ekmek gibi temel ve kültürümüzde önemli görünen bir gıdanın en fazla israf edildiği yer ülkemiz. Öyleyse bazı şeyleri tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Yeniden hesaplaşma diyebiliriz buna.

Lüks tüketimine İslâm ne kadar izin veriyor?

Çerçeve şu, toplumun genel seviyesinin üzerinde olan bir harcama İslâm’da pek hoş görülmemiştir. Müslümanların genel çerçevesinin çok üzerinde bir harcama İslâm devleti tarafından caiz sayılmamış ve yapılmamıştır da. Mesela herkes tek katlı ev yaparken, sen iki katlı ev yapamazsan. Bu herkes ve her konu için geçerlidir. Evini iki ya da üç katlı yapamadığın gibi herkes ucuz saat takarken sen pahalısını takamazsın.

Peki bu yöneticiler için de mi geçerli?

Hepsi herkes için geçerli. Özellikle yöneticinin herkese örnek olması gerekiyor.

Topkapı Sarayı, Avrupa saraylarını ile kıyaslandığında esamesi bile okunmaz. Büyük bir tekke gibidir Topkapı Sarayı. Fakat mesela Dolmabahçe’ye, Beylerbeyi’ne gittiğiniz zaman yani son dönemlere doğru işler değişmeye başlıyor. İşte o zaman itibarda tasarruf olmaz anlayışı ortaya çıkmaya başlıyor. Oysa İslâm devletinde; devlet halk içindir, halkın refahı içindir. İbadullahın terfihi ahvalleri diye bir kavram vardır ki Osmanlılarda temel bir anlayıştır. Parayla ilgili hemen her hükümde gerekçe ibadullahın terfihi ahvalleri yani toplumun refahını sağlamaktır. Esasında İslâm’ın temel anlayışı da budur: sosyal refah. Halk doymadan yöneticinin doyması mümkün değildir. Örneğin Birinci Abdülhamid, ödeme yapma zamanı yaklaştığında, halkın hakkını yiyeceğim diye korkuyorum, uykularım kaçıyor, diyor.

Halkın hakkını yeme korkusu bir devlette olması gereken temel özelliktir.

Ama günümüzde öyle bir endişe olduğunu ben hiç görmedim. Devlet itibar içerisinde olmalı ki halkın itibarı güçlensin mantığı yerleşik. Oysa bu halka önem vererek oluyor. Başlarda tam aksi olan inanış, Osmanlı sonlarına doğru halk devlet içindir hâline gelmeye başlıyor. Halkı beğenmiyorsa, devlet başka bir halk aramalı.

Elbette içinde bulunduğumuz sistem ebedi değil, toplumlar değişeceği gibi sistemler de değişecektir. 11. yüzyılda Arapların kurduğu sistem Selçuklulara sonra Türklere geçti ve bugüne ulaştı. Yarın da kimin aracılığıyla değişeceği bilinmez.

Bize düşen bireysel görevimiz Kur’an’ı Kerim’de de belirtildiği üzere ne malın, ne mülkün, ne çoluk çocuğun hiçbir fayda vermeyeceği günde temiz bir kalbe sahip olmak. Müslümanlaşma süreci temiz bir kalbi elde etme sürecidir. Kimseye karşı kalbinde kötü yük beslemeyen bir kalp, teslim olmuş bir kalp söz konusuysa o zaman, bir Müslümanlıktan bahsetme imkanınız olabilir.

Hocam, önderlerin bu konudaki rolü daha güçlü değil mi? Yöneticisini halkın seçerek kaynaklara yakın hâle getirdiği bir toplumda itibar için lüksü yanlış gösterebilecek sistemi kim kuracak?

İlmiye cumhurunun yapması gerekiyor ama ilmiye cumhurunun da çoğu politize olmuştur. Bir an evvel politikaya atılsak ve zenginleşsek eğilimini görebiliyoruz.

Bu durumu siyasi mertebeden çekip bir de ortalama halk seviyesinde ele alalım. İnsanların genel olarak lükse ve zenginliğe arzusu var. İslâm iktisadı zenginleşmeyi ve bu zenginliğin lüks unsurlarla belirginleştirilmesini hedef hâline getiriyor mu?

Zenginler toplumu değildir İslâm toplumu. Fakirler toplumu hiç değildir. İslâm toplumu orta sınıfın hâkim olduğu bir toplumdur. Yani aşırılıklardan kaçmaktadır. İslâm’ın temel anlamı da odur. Kur’an-ı Kerim’deki ayet son derece açıktır. Servet sadece zenginler elinde dönüp dolaşan bir güç olmasın. Bütün toplumda yayılsın. Servetin, zenginliğin topluma yayılması veya orta sınıflaşma, orta tabakalaşma oldukça önemlidir.

Batılı seyyahlar Osmanlı ülkesine geldikleri zaman dilencisiz bir topluma geldik diyorlar. Çünkü aynı dönemde Paris, Londra, Berlin İstanbul ile aşağı yukarı aynı nüfusa sahip kentlerdir. Bu kentlerde halkın neredeyse dörtte biri yani 50 bini dilenci vaziyetteyken İstanbul’da hiç yoktur. Zira İslâm toplumu dilencisiz bir toplumdur. Eğer dilenciler varsa o toplumun Müslümanlığı sorgulanır. Çünkü bir yandan temel ihtiyaçları çıktıktan sonra belli bir miktar malı olan kişi zekat verir veya infak süreci başlar ve servet topluma yayılır diğer yanda da tek günlük yemeği olanın dilenmesi caiz değildir.

Paranın toplum içinde sadaka ve zekat aracılığıyla dağıtılmasının ardındaki hikmet nereden geliyor?

Zenginlik toplumsal bir olaydır. Bireysel bir olay değildir. Toplumda zenginliği oluşturan faktör de fakirlerin talebidir. Talep olmadan zenginlik olmaz. Onlar malları talep ediyorlar, ondan sonra mal üretiliyor ve malı üretenler zenginleşiyor. O talep olmasa o mallar da üretilmez. Dolayısıyla zenginlik toplumsal bir olaydır. Diyebiliriz ki zenginler toplum ile paylaşmalıdır. Onun için nisâb-ı gınâ yani zekat mükellefiyetliği var. Hazreti Peygamber’in uygulanmaları bizim için örnektir. Hazreti Peygamber niye zekattan pay almıyor? Sadece Hazreti Peygamber değil ailesi, kabilesi, aşireti onunla ittifak halinde olanlar da zekattan pay alamıyor. Tamamen uzaklaşmış yani. Refahtan pay almak konusunda uzak duruyorlar. Ama günümüz politikasına, İslâmi politikacılığa baktığımız zaman bunun tam tersi bir uygulama olduğunu söyleme imkânımız var.

Kapitalist ekonomi anlayışı içerisinde Müslüman kalınamaz mı?

En büyük kapitalist tarihçi Werner Sombart, “Zengin olduk çünkü ırklar ve milletler bizim için öldüler, kıtalar bizim için ırksızlaştı.” diyor. Kapitalizm uğruna önce Portekizler, İspanyollar, İtalyanlar daha sonra İngilizler, Hollandalılar, Fransızlar dünyayı yağmaladılar, insanları katlettiler. İnsanları vahşi hayvan gibi avlayıp köleleştirdiler. Eğer bunlar olmasaydı kapitalizm yani günümüz sistemi olmazdı. 19. yüzyıla geldiğimizde artık kapitalist sistem üretim ve tüketimde israfı esas kabul eden bir sisteme dönüşmeye başladı. Jean Baptiste’in Mahreçler Kanunu veya her arz kendi talebini yaratır anlayışı kök saldı.

Ne üretirsen üret mutlaka satarsın. Yani kitlesel üretim önceliklidir. İhtiyaçlar önemli değildir. Önemli olan ihtiyaç yaratmaktır kapitalizmde. Ama İslâm sistemi tamamen tersidir. İslâm ekonomisi temelde bir ihtiyaç ve kanaat ekonomisi. Azla yetinmek, ihtiyacı kadar tüketmek gibi günlük pratikleri var.

Elbette ihtiyaçlar konusuna girdiğimiz takdirde başka ayrıntılarda söz konusu olabilir ama temelde olay İslâm ekonomisinde ihtiyaçların, Batı ekonomisinde yeni ihtiyaçlar yaratma anlayışı ön planda.

Biz de küresel pazarın bir parçasıyız. İhtiyaçlar merkezli bir ekonomiyi böylesi küresel bir pazarın içerisinde inşa etmek, sadece Müslümanca düşünebilmeyi öğrenmekle mümkün mü?

Olanlar farklı olsa da olması gereken temel oldu bu sistemdir. En azından Müslüman olanlar için söylüyorum; ihtiyaç ne kadar ise o kadarı tüketmeli, ihtiyacın fazlası Kur’an-ı Kerim’de buyurulduğu üzere infak edilmelidir. İnfak aslında ihtiyaç fazlasıdır. Müslüman ihtiyaç fazlasını infak eder.

Varlıklı birisi için Rolex bir saat ihtiyaç olarak görülemez mi?

Hayır.

Bir yönetici için bilhassa. Toplumun genel seviyesinin üzerinde Rolex saat kullanamazsınız. Önderi Peygamber ise kesinlikle kullanamaz. Zira bu sistemin esası inançları ve insanları sömürmek iken, kesinlikle olamaz.

Hadi günümüz Müslümanlarına Hazreti Peygamber’i örnek almayalım. Zaman zaman İstanbul’da bazı kenar mahalleleri dolaşırım. İstanbul’da sobası olmayan evler, soba yerine bir gaz tenekesi koyup ısınmaya çalışan insanlar vardır. Böyle evlerin olduğu bir toplumda lüks içinde yaşayamazsınız.

Zenginliğin ve refahın yaygın olduğu Körfez ülkelerini düşünelim. Mesela Türkiye’de yaşayan bir Müslümanın, oradaki yaşam tarzına özenip, oraya dair bir hayat kurması ya da o hayatı buraya taşımak istemesini nasıl değerlendirmeliyiz?

Sakıncalı elbette. Öylesi bir hayatta ‘İsrailliler Gazze’de 40 binin üzerinde Müslümanı şehit ediyor’ diye şikâyet etmeye hakkımız da olmayacak. Hepsi birbirine bağlıdır. O zihniyete sahip olanların oluşturduğu bir ortamdır bu. Müslümanlar hiçbir şey yapamıyorlar ve Batılılar, Batı ülkeleri Müslümanlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlar. İşte tam olarak bu anlayıştan, bu uygulamadan dolayı.

Bu çok önemli bir nokta.

Bundan dolayı konuyu bütün bir çerçevede görmekte; tek tek değil, bütünüyle ele almakta fayda var. Başta söylediğim gibi, Müslümanlar Batı ülkelerine ulaşmak için yollarda öldü, binlerce Müslüman denizlerde boğuldu. Bu da önemli bir problem. Demek ki bir yerlerde hata var. Müslümanların kendine gelmesi gerekiyor. Afganistan’a bakalım. Dünyanın bütün emperyalist güçleri Afganistan’da, Ortadoğu’da, Afrika’da insan öldürme konusunda birbirleriyle yarışıyorlar. Bir diğer deyişle şimdilerde Müslümanları öldürme konusunda yarıştalar. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraya kadar bu durum sömürge ülkelerinde devam etti. Şimdi de Müslümanlar bir türlü kendilerine gelemiyorlar. Çünkü ihtişam ve sefalet yan yana. Orta yolunun uygulanması önemli. Söylediğimiz gibi olması gereken orta sınıflaşmanın, orta yolun ikamesi toplumsal yaşam için hayati…