İslami dönüşüme inanıyor muyuz?
Türkiye’nin bekası, İslam’ı simgeselleştirmekte,kültleştirmekte, metafizik âleme sıkıştırmakta değilİslam’ı ontolojik kimliğimiz içinde kodlamaktan geçer.
Hicret’in altıncı yılında Hz. Peygamber (Sav) 1600 sahabesiyle Kâbe’yi ziyaret etmek için yola çıkar. Müşrikler Müslümanların ziyaretine tahammül edemezler; Hz. Osman onlarla görüşmeye gider. Dönüşü gecikince öldürüldüğü söylentileri yayılır. Peygamber Efendimiz dönmemeyi göze alarak kâfirlerle ölümüne savaşmak için sahabeyle biatlaşır. Fetih Suresi 18. ayette “And olsun ki, o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o mü’minlerden razı olmuştur.” denilerek övülen biat, Rıdvan ağacının altında yapılmıştır. “Rıdvan biatı”nın yapıldığı ağacın sonraki yıllarda yerinde bulunmadığı rivayetlerine rağmen halk Rıdvan diye bildikleri o ağacın altında namaz kılmaya başlar. Evet, Rıdvan ağacını neredeyse kutsarlar, ziyaretler başlar. Bunu haber alınca Hz. Ömer ağacı kestirir. Kestirir çünkü İslam simgelerin putlaşmasına müsaade etmez. Ağacı ortadan kaldırır çünkü Müslüman Tevhid’i ikame etmekle vazifelidir, sarıldığı her nesneye kurtarıcı muamelesi yapmaz; İslam’ın umdelerinden, değerlerinden, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin kendisinden başkasını mutlak görmez.
Hangi devirde olursa olsun simgeler, nesneler, canlılar Müslümanlar için öteki eşyalardan, mahlûkattan farklı değildir, olamaz. Hiçbir nesne, şey, canlı putlaştırılamaz, kutsallaştırılamaz… Değer vermek ayrı o değer üzerinden selamete çıkacağı, Allah’ın iradesine tesir edeceği kanaati bambaşkadır. Hz. Ömer her ne olursa olsun, kim yaparsa yapsın İslam’ın haricindekilerin kutsallaştırılmasını reddeder, içtihatta bulunur, kıyas yapar, aklını kullanır en önemlisi İslam’ın ruhunu gözetir ve ağacı kestirir. Peygamber Efendimiz asli yurduna irtihal ettiğinde, Hz. Ömer “Rasulullah ölmedi, kim öldü derse kılıçtan geçiririm” deyince Hz. Ebubekir, “Kim Muhammed’e (Sav) tapıyorsa, o öldü, kim Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa O Hayy’dır, ölümsüzdür.” der. İslam bâki şahıslar fâni, zaman akışkan, nesneler, dönemler geçicidir.
ÇIĞLIKTIR İNSAN!
Öyle bir dünyada yaşıyoruz, öyle bir dünyaya doğduk ki, ilk çığlıktan son nefese kadar kendimizden uzak bir ortama, bize saldıran bir atmosfere, ilişki biçimlerine, toplum yapısına ayak uydurmak için yaşıyoruz. İnsan dünyaya bir tez olarak gelir, insan bir ihtimal olarak dünyadaki yerini alır. Verili bir dile, verili bir düzene, önceden belirlenmiş davranış kalıplarına karşı bir iddia olarak doğarız; sonra ehlileştirilmek için ailede, toplumda, okulda, iş yerinde eğitimler alır, darbelere maruz kalırız. Şartlara uyum sağlamak, toplum hayatına katılmak için sürekli yontuluruz; bizden devamlı kendimizi sorgulamamız beklenir, dünyaya ne kadar uyum sağladık diye… Kimse sormaz ki bu şartları, bu dili, bu düzeni kim, niye kurmuştur, biz niye buna uymak mecburiyetindeyiz. Muhasebemiz, entegrasyon oranımızı belirlemeye ayarlıdır yalnızca… Anne karnından gurbete düşünce oksijenin yaktığı ciğerlerin acısıyla atılan çığlık insan olmanın, kendi yolunu çizmenin feryadıyken son nefesimizi verdiğimizde toplum tarafından yola getirilmenin çöküşü vardır üzerimizde… İnsan olarak doğar müsvedde olarak ölürüz!
Bir ihtimal-imkân olarak dünyaya gelir, hezimete uğrayarak can veririz! İnsanın ömrünü berhava ettiği nice süreçler yaşandı, yaşanıyor. Uğruna savaşmaya değecek, yazmayı gerektirecek hedefleri olmalı… Olmalı ki biçilen rolleri yerine getirirken kendimize kaçırdığımız patikalar oluşsun. Modern siyasi kültür ne için mücadele verdiğini insana unutturan malzemelerle dolu. Ortaçağ dünyasında hayat dinin merkezinde yaşanıyordu; Batı âleminin Kilise ve egemenlerin korkutucu Tanrı imgesi üzerinden yürüttükleri hegemonya İslam dünyasında küfür karşısında var olma biçimini İslami olana endeksleyen varlık alanında kendini gösteriyordu. Aydınlanma ve modernite dini, Tanrı merkezli dünyayı düşüncenin, bilimin, yaşayışın içine yerleştirdiğinde görüldü ki Avrupalılar gazaba uğramıyor; tam tersine küfür düzeni dünyayı egemenliği altına alabiliyor. Âlem-i İslam kendini mutlak görür, hakikati ellerinde tuttuklarına dair inançlarını kutsarlarken Batı medeniyetinin egemenliğine girince şoka girdiler, “Allah bizimledir” ilkesinin geçerliliği dünyayla ilişkimize bağlıydı demek ki… Demek ki İslami olan üstünlüğü ele geçirmede şeklen geçerliliğini yitirebiliyor.
İSLAM BİZİM ONTOLOJİMİZE İÇKİN
Kemalist Cumhuriyet idaresinde milliyetçi bazı yazarlar, Türklerin aktüel ve güçlü medeniyete dâhil olma da problem yaşamadıklarını, tam tersine kolayca “medeniyet değiştirebildiklerini” söyleyerek Batı medeniyetine geçişi meşrulaştırmak istemişlerdi. Aslolan “Türklerin varlıklarını devam ettirebilmesiydi”… O yüzden İslam medeniyeti güçlü iken Türkler rahatlıkla buna dâhil olmuşlar ve tarihi yapan millet vasfı kazanmışlardı; İslam medeniyeti gerilediğine, Batı medeniyeti öne çıktığına göre yine bir değişiklik yapabilirdik! Kemalistler medeniyeti din, dini medeniyet gibi yorumlayarak “meseleyi hafifletmeyi” başardılar… İslamcılar da aynı yolun yolcusu olduklarını gösterdiler, medeniyet vurgusu üzerinden İslami olanın, İslami dönüşümün önünü sık sık tıkadılar. Cumhuriyet idaresi İslam’ı gündelik hayattan, kamudan, hukuktan, eğitimden tard ederek sadece özel alana münhasır kıldı… İnkılaplar aynı zamanda Türkiye’de İslam’ın bir daha Türk milletinin varoluşsal güvenlik sahasına girmemek üzere ilga edilmesi anlamına geliyordu.
İslam milletin uhdesinde varlığını devam ettirdikten sonra anlaşıldı ki biz Türkler için İslam, “başka medeniyetler gibi” araç, süreç değil varlık-yokluk sebebi… Amerikan dünya sistemiyle birlikte getirilen İslami hürriyetler, çok kısa sürede yerini simgeselliğe, ritüellere, Batılı cemaat kültüne, kamusal dindarlığa, Kalvinist-Protestan eğilimlere bıraktı. Müslümanlar bir irade beyanı olarak DP’ye iktidar alanını açarken aynı zamanda hayatın İslam’a göre organizasyonu için şuurlu bir iddia, imkân, ihtimal, tez de öne sürüyorlardı. Yine İslami hedefler uğruna bu imkân heder edildi; evet Müslümanlar siyasette, ekonomide, akademide, kamuda hayatın her alanında aktifleşti fakat İslami dönüşüm gözlerden uzaklaştı, uzaklaştırıldı. 27 Mayıs, 12 Eylül Türkiye’de İslami dönüşümün zihinlerden kazınması için Müslümanları çevreden merkeze getirdi, dindarlık arttı, ibadetler serbestçe yerine getirilmeye başlandı ama hayat kapitalist dünya sisteminin hegemonyasında çok daha etkili biçimde şekillenmeye devam etti. Küreselleşme, küresel kültür dini olanı değil sadece kapitalist dünya sistemini güçlendirebilecek her inancı, maneviyatı, metafiziği popülarize etmede, piyasalaştırmada, tüketim mamulü yapmada çok mahir. Görünenlerin hakikat kabul edildiği bir dönemde simülasyonlar gerçeklik etkisini katlayabiliyor.
Ne kadar dindar görünüyorsanız o kadar gayri İslami yaşadığınız bir çağda bulunuyoruz. İslami olan kamuda ve dışarda ne derece belirginleşiyorsa İslami olan o derece geri çekiliyor. Sadece meseleyi kapitalist ilişki biçimlerinde, iktisadın sahasında düşünmek gerekmiyor… Bu açıdan faiz meselesinden, krediye, sigorta yaptırmaktan finans sektörünün tümünde faaliyet göstermeye kadar piyasa şartlarının en iyisi ve ahlaklısını yapabileceği tezini kimsenin başına kakmaya da gerek yok! İslami dönüşüm medyada fetvaların magazinleştirilmesinin önüne geçmek için gerekiyor! İslami dönüşüm kâfir tasallutunu yalnızca topraklarına girdiğinde reddetme fikrine karşı gerçekleştirilmeli. İslami dönüşüm, beka meselesini modernleşme tarihimizdeki gerilemeye karşı ilerleme görmeye yatkın medeniyet merkezli düşünmeye karşı belirmeli.
Simgeler, göğüs kabartan tarih, ritüeller kutsallaştırılırken İslami olanın geriletilmesine mukabele etmek için İslami dönüşümü gündeme getirmeli. Hatta İslam âleminin emperyalist egemenliğine karşı çıkışı ancak ve sadece İslami dönüşümle mümkün hale geldi.
YENİ KUŞAKLAR VE İSLAM DÜŞÜNCESİ
Türkiye’de modernleşmenin İslami olanı tamamen kıracağına ilişkin Batı menşeili bir yargı oluştu; Kemalistlerin radikal modernleşmesi Türkleri İslam’dan uzaklaştırmak yerine yakınlaştırdı. Neoliberalizmin birey taleplerini çoğaltan ve onlara alan açmaya yönelik atakları karşılığını buldu, Müslümanlar engellendikleri tüm alanlarda öne çıktıkça İslami olanı erteleyebiliyor hatta havsalalarından çıkarabiliyorlardı. Türkiye’nin sekülerleşmesi beraberinde İslami dönüşümü imkansız kılıyor, sekülerlik İslami kimliklerin statüko içinde etkinlik kazanmasıyla artıyor. Aslında statüko etkinliğini sürdürdükçe İslami kimlikler seküler vasıflarını kuvvetlendirmektedir. Bugün Soğuk Savaş döneminden farklı bir kuşak, insan ötesi kalpsiz bir kuşak geleceği teslim almak üzere… Galiz çatışma diyalektiğinden uzak, kutuplaşmayı varoluşsal boyutlarda yaşamayan, imkânsızlıkların ürettiği gettolardan parlama rüyalarına yabancı bu kuşak iktisadi refah ile sahaya giriyor. Zaten belli bir ekonomik göstergenin üzerinde “yokluk” görmediklerinden asgari zemini korumak daha “müreffeh” bir çağa geçmek için kapitalist ilişki biçimlerinden başka meşruiyet aracı bilmiyor.
Haliyle İslami olan sadece fonda kalıyor! İslam’ı belirli gün ve haftalara irca eden dindar görünümlü liberaller, sekülerler Türkiye’de dini hayatın sapmasından duydukları memnuniyet gün geçtikçe artıyor. Vaizlerin, fetvazenlerin, medyatik hocaların, 27 Mayıs sonrasında palazlanan tarikat ve cemaatlerin tesirinde hayat daha çok dindarların etrafında dönerken İslami dönüşümü her gün biraz daha gözden düşürüyor, lümpenleştiriyor. 1071 öncesinin simgeselliği, kahramanlık kültleri, düşünceden siyasete kadar her alandaki seviye yitimi sürdükçe Türkiye İslam’dan daha da uzaklaşacak. Düşünebiliyor musunuz, dini olan hayatımıza daha çok yerleşirken İslami dönüşüm daha çok uzaklaşıyor. İslami düşünce sekülarizme, feminizme, kültlere en önemlisi de paganlaşmaya doğru yol alıyor. Elimizde tuttuğumuz her figür, simge, tarihi unsur birer kutsala dönüşüyor, pagan kült kendini güya milli ve yerli olarak sunuyor. Biz Türkler gaza kültürüyle kapitalizmi yani küfrü 400 yıl gerileten bir İslami nizamı, İslam’dan başka hak, hakikat bilmeden, İslami ilkeleri örfümüze nakşederek kurduk.
Gaza kültürü, biz Türklere nesneleri, şeyleri, kişileri kutsallaştırmaktan, mehdileştirmekten alıkoydu. Türkiye’nin bekası, İslam’ı simgeselleştirmekte, kültleştirmekte, metafizik âleme sıkıştırmakta değil İslam’ı ontolojik kimliğimiz içinde kodlamaktan geçer. Biz Müslümanlar doğarken attığımız çığlığı kulağımıza okunan ezanla günde beş vakte çıkarırız. Çığlığımız küfre karşı, dünyaya, bizi bizden uzaklaştırmak isteyen dile, simgesel düzene mukabele etme gücü ve azmi verir. Bir ihtimal ve iddia olarak doğup hezimetle sona eren bir hayat istemiyorsak Hayy olan Allah’a kulluğumuzdan başka kutsal tanıyamayız!