İslam düşünce geleneğinde bilimsel açıklamanın sınırları -1
17. yüzyıl itibarıyla gündeme gelen ve doğa merkezli rasyonalist teoriyi geride bırakan emprisizim ve matematiksel rasyonalizm, bu bilinemezlik setinin yıkılarak bilimsel açıklamanın sınırlarını neredeyse her şeyi içine alacak ve her merakın peşine düşecek şekilde formüle etme arzusundan doğmuştur. Modern bilimi ve dünyayı inşa ederek insanı evren karşısında bir fatih konumuna yükselten bu arzunun karşısında, açıklayıcı güçleri bulunmadığı gibi ileri meraka da ket vuran vakti geçmiş bilimsel modellerin bulunduğu düşünülür.
İbn Sînâ'nın Yorumu
17. yüzyılda yazılmış Batılı bilimsel ve yarı-bilimsel metinlerde merak kelimesinin kullanım sıklığına bakıldığında, önceki yüzyıllara göre şaşırtıcı ölçüde arttığı görülür. Bu artış bilimsel açıklamanın sınırlarıyla ilgili tasavvurda bir şeylerin değiştiğini gösterir.
Dünyanın bildiğimizi sandığımız sınırları değişmiş, keşifler ve gözlemlerle fiziksel evrene ilişkin birçok bilgimiz yanlışlanmış, eskiden bilinemez görünen bazı alanlar artık bilinebilir hâle gelmiş, eskiden kitapların öğrettiğini düşünerek kabul ettiğimiz bazı şeyler için bireysel merak ve teşebbüs inisiyatif almaya başlamıştır. Bu inisiyatifin ortaya çıkmasını sağlayan şey, eski metinlerin dünyayı tasvir ve açıklama gücüne dair inancın giderek zayıflaması, buna bağlı olarak söz konusu metinleri yönlendiren bilimsel yöntem fikrinin de eleştirel değerlendirmelere maruz kalmasıdır. Bahse konu eleştirel değerlendirmelerin merkezinde birbirine bağlı iki farklı akıl yürütme bulunur.
Bunlardan ilki şöyledir: "Eski metinler dünyaya ilişkin bir açıklama vermekte ve dünyanın tam da açıkladıkları gibi olduğu hususunda bizi temin etmektedir. Bununla birlikte yeni kıtaların keşfiyle Batlamyus'tan başlayarak Mes'ûdî, İbn Havkal, Makdîsî ve İdrîsî'ye gelinceye değin çizilen coğrafi sınırların değiştiği, bu kıtalardaki yeni bitki türlerinin fark edilerek listelenmesiyle birlikte Dioskorides'ten Dineverî, Gâfikî, İbnü'l-Avvâm ve İbn Baytâr'a kadar geliştirilmiş kapsamlı listelerin alt üst olduğu ve yeni canlı türlerinin Aristoteles'ten Galen'e oradan Cahiz, İbn Sînâ ve İbn Rüşd'e kadar uzanan zoolojik tasvir ve listelemeleri yeniden ele almayı zorunlu kıldığı bir ortamda, eski metinlerin "dünyanın tam da onların tasvir ettiği gibi" olduğu iddiasına ne kadar güvenilebilir?" Bu soru ikinci bir akıl yürütme çizgisini gündeme getirir: Eski metinlerin "dünyanın tam da onların tasvir ettiği gibi" olduğu yönündeki iddialarını kabul ettik diyelim.
Etkisini en güçlü hâliyle hâlâ sürdüren ve din karşısında bilime mutlak açıklayıcılık ve her türlü merakımızı dindirme yönünde iyimser bir güç atfeden bakış açısının arkasında, en azından yakın geçmiş itibariyle bu dönüşümler yatar.
Peki bu metinler "dünyanın neden onların tasvir ettiği gibi" olduğu sorusuna cevap verebiliyor mu? Sözgelimi insanı "düşünen canlı" diye tasvir ettik, "insanın neden düşünen canlı olduğu" sorusunun bir cevabını alabiliyor muyuz? Ya da diyelim ki bingöz veya sakamonya otunu "safra salınımını kolaylaştıran ve şu niteliklere sahip bir ot" diye tasvir ettik, aynı niteliklere sahip bir otun mahmude gibi safra salınımını kolaylaştırmadığını gördüğümüzde "neden bingöz otunun safra salınımını kolaylaştırdığı" sorusuna bir cevap verebiliyor muyuz? Bu sorular, Batı Orta Çağ'ına hâkim bilimsel rasyonalite fikri tarafından cevapsız bırakılmış, daha yerinde bir tabirle metafizikleştirilerek insanın şöyle, bingöz otunun da böyle görünmesinin bir sebebi bulunduğu ama tümüyle metafizik olan bu sebebin bizim tarafımızdan bilinemeyeceği söylenmiştir. Batılı 17. yüzyıl bilginleri böyle bir düşüncenin sadece merak ve ileri açıklama taleplerinin önüne ket vurduğunu düşünmemiş, aynı zamanda yetersizliğini metafizik gerekçelendirmelerle örterek mutlaklaştırılmış bir bilinemezlik alanı inşa ettiğini savunmuşlardır.
17. yüzyıl itibariyle gündeme gelen ve doğa merkezli rasyonalist teoriyi geride bırakan emprisizim ve matematiksel rasyonalizm, bu bilinemezlik setinin yıkılarak bilimsel açıklamanın sınırlarını neredeyse her şeyi içine alacak ve her merakın peşine düşecek şekilde formüle etme arzusundan doğmuştur. Modern bilimi ve dünyayı inşa ederek insanı evren karşısında bir fatih konumuna yükselten bu arzunun karşısında, açıklayıcı güçleri bulunmadığı gibi ileri meraka da ket vuran vakti geçmiş bilimsel modellerin bulunduğu düşünülür. Ortaçağ bilimsel rasyonalitesini hakimiyeti altına alarak yapılandırılmış cehalet alanları inşa eden bu modeller, Hıristiyanlığın evreni açıklamaya insan gücünün hiçbir zaman yetmeyeceği ve rasyonel idrake tümüyle kapalı bu alanların tanrısal irade tarafından yönetilen iç mekanizmaya tekabül ettiği fikriyle birleşerek, iyiden iyiye bir bilinemezcilik teorisine dönüşmüştür. İfade ettiğimiz üzere, bu teorinin kilise tarafından evrendeki metafizik kuvvetlere yönelik bir ispat için araçsallaştırılması giderek model ile kiliseye bağlı dini düşünce arasında güçlü bir ilişkinin tesis edilmesini sağlamış, dolayısıyla problemi en azından söylem düzeyinde din-bilim çatışmasının merkez alanlarından biri hâline getirmiştir.
Şöyle ki ilgili modeli içselleştirerek kendisini ispat sadedinde araçsallaştıran dinî düşünce, evrene ilişkin daha ileri meraka ket vurarak açıklayıcı teşebbüslerimizi sınırlandıran bir tutumla özdeşleştirilmiştir. Etkisini en güçlü hâliyle hâlâ sürdüren ve din karşısında bilime mutlak açıklayıcılık ve her türlü merakımızı dindirme yönünde iyimser bir güç atfeden bakış açısının arkasında, en azından yakın geçmiş itibariyle bu dönüşümler yatar. Mutlak açıklayıcılık ve her türlü bilinemezlik alanını fethetme çabasının bugün bile tatmin edilemediği ve çağdaş bilimsel rasyonalitenin giderek yapılandırılmış bilinemezlik alanlarıyla yüzyüze geldiği bilinmesine rağmen, bilimin iktidarına ve kuşatıcılığına yönelik sarsılmaz inanç bu dönüşümlerin bazen acı hikâyeler de barındıran tarihiyle yakından ilişkilidir. Tüm bu anlattıklarımızın İslam düşüncesiyle nasıl bir alakası bulunuyor? Esasen Batı Ortaçağına hâkim olan bilimsel rasyonalite fikrinin kaynağında önemli ölçüde İbn Sînâ bulunur.
- Peki nasıl? Esasen İbn Sînâ kendisinden önce Aristoteles ve Galen gibi bilginler tarafından geliştirilen bilimsel rasyonalite ve açıklayıcı model fikrinin yetersizliğini açık bir şekilde fark ederek bunu cesurca itiraf ve ilan eden ilk filozoftur.
Şöyle ki İbn Sînâ'dan önce ister farmakoloji, ister tıp, ister botanik veya mineraloji alanında olsun, cisimlerin sergilediği özellikler onların sahip olduğu ve beş duyuyla rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık, ağırlık, hafiflik gibi fiziksel niteliklere bağlanarak açıklanıyordu. Sözgelimi "Ateş neden yakıyor?" sorusu, basitçe "çünkü sıcak" denilerek; "Ateş neden yükseliyor?" sorusu, basitçe "çünkü hafif" denilerek cevaplanıyordu. İbn Sînâ doğrudan görerek, dokunarak, tadarak fark ettiğimiz gözlemsel nitelikleri merkeze alan ve onları nihai açıklayıcı ilkeler olarak gören bu açıklama tarzına şöyle bir soru sordu: "Ateşin yakmasını sıcaklığıyla, yükselmesini hafifliğiyle açıkladık diyelim, peki ateşin ışık yaymasını hangi gözlemsel niteliğe bakarak açıklayacağız?" Işık özelliği nihai açıklayıcı ilkeler olarak görülen sıcaklık, soğukluk, hafiflik, ağırlık gibi niteliklere bağlanarak açıklanamaz.
Aynı şey yukarıda örneğini verdiğimiz bingöz otu için de geçerlidir. Bingöz otunun müshil olduğunu gözlemleriz, fakat bingöz otuyla tamamen aynı niteliksel özelliklere sahip diğer bir otun müshil olmadığını fark ettiğimizde, tıpkı ateş için ışık özelliğinde olduğu gibi bingöz otu için de müshil özelliğinde bilimsel açıklama modelimiz işlemez hâle gelir. İbn Sina'ya gelinceye değin Helenistik bilim geleneği, nitelikçi modelin açıklayamadığı bu türden özelliklere değişik-istisnai özellikler (idiôtes) adını verdi ve onları olağan bilimsel açıklamanın dışında ayrı bir sepete koyarak onlarla ilgili merakın verili bilimsel model tarafından giderilemeyeceğini itiraf etti. Aristotelesçi- Galenci nitelikçi fiziksel teori modelinden kaynaklanan bilinemezci tutum, erken dönem itibariyle İslam dünyasındaki bazı okullar tarafından da sürdürüldü. Özellikle tıp, farmakoloji, zooloji, mineraloji gibi alanlarda Helenistik geleneği takip eden yazarlar paradigmanın Aristotelesçi-Galenci pradigmanın yetersizliğini ifşa ededuran değişik özellikleri, Yunancasına uygun bir şekilde havâss olarak adlandırdı ve bilimsel literatür içerisinde, bilimsel yöntemle açıklanamayan bir alan olarak havâss Arapça gelenekte de varlığını korudu.
İbn Sînâ doğrudan görerek, dokunarak, tadarak fark ettiğimiz gözlemsel nitelikleri merkeze alan ve onları nihai açıklayıcı ilkeler olarak gören bu açıklama tarzına şöyle bir soru sordu: "Ateşin yakmasını sıcaklığıyla, yükselmesini hafifliğiyle açıkladık diyelim, peki ateşin ışık yaymasını hangi gözlemsel niteliğe bakarak açıklayacağız?"
Sebepleri bir türlü bilinemeyen bu özellikler, aynı nedenle insanlar için hayret kaynağı olmaya başladığı için, havâss ile aynı anlama gelecek ve Yunancadaki değişik özellik manasını yansıtacak şekilde ğarâibu'l-mahlûkât veya acâibu'l-mahlûkât, yani mahlukatın değişik ve hayret uyandırıcı özellikleri şeklinde de adlandırılıyordu. Helenistik dönemden tevarüs edilen sağduyu merkezli nitelikçi bilim anlayışı icabınca, bu özelliklere ilişkin merak hiçbir şekilde dindirilemediği için insanlar onları olduğu gibi kabul ederek daha ileri soruşturmaların konusu hâline getirmekten kaçındılar. Bununla birlikte İbn Sînâ, anormal ve hayret verici olduğu söylenerek bilimsel açıklamaya dahil edilmeyen bu özelliklerin atıldığı acaipler sepetinin giderek şiştiğini ve doğa merkezli nitelikçi modelin açıkladıklarına nispetle açıklamadıklarının daha fazla olduğunu fark ederek, değişik denilen özellikleri de bilimsel araştırma sahasına dahil etmeye karar verdi. Lakin elinde bulunan ve Aristotelesçi-Galenci gelenekten tevarüs ettiği açıklayıcı model bu özellikleri açıklayabilme gücüne sahip değildi.
Mıknatısın çekim gücünden, bingöz otunun müshil oluşuna, ateşin ışık yaymasından, güneşin ısıtmasına kadar birçok fiziksel fenomen, doğa merkezli Helenistik model tarafından ya açıklanmayarak hasır altı ediliyor ya acaiplikle nitelenerek açıklanamaz anormallikler sepetine atılıyor yahut da Galen'de olduğu üzere "cismin bütünüyle etki etmesi" veya "benzerin benzeri etkilemesi, farklı olanı itmesi" gibi okült ilkelere müracaatla açıklanmaya çalışılıyordu. Böyle bir ortamda İbn Sînâ, onu doğa felsefesi geleneğinin kavşak noktası hâline getirecek ve kendisinden sonraki altı yüzyıla damga vurmasını sağlayacak bir iddiada bulundu: Aristotelesçi- Galenci doğa merkezli nitelikçi modelin bu özellikleri açıklayamaması sadece yetersizliğinden değil, asıl itibarıyla yanlış ve geçersiz olmasından kaynaklanır. Bu iddiasının arkasında, bilimsel açıklamanın sınırlarını genişletme ve artık meraka değer görülmeyerek acayipler sepetine atılmış değişik özellikleri de bilimsel açıklamanın konusu hâline getirme amacı vardı. Bahse konu amacı gerçekleştirmek üzere İbn Sînâ kendine mahsus yeni bir doğa teorisi geliştirdi.
Bu teori, önceki modelin yanlışlığını fizikalist indirgemecilikte buluyor ve doğal özelliklerin kaynağına sadece sıcaklık, soğukluk vb. gözlemlenebilir fiziksel niteliklerin yerleştirilmesi durumunda evrendeki hiçbir fiziksel fenomenin açıklanamayacağını savunuyordu. Buna göre İbn Sînâ, ateşin sıcak olduğu için yakmadığını, aksine sıcaklığın yanmanın neticesi olarak bizde ortaya çıkan bir algı olduğunu savunuyor ve yanmanın kaynağında doğrudan gözlemlenebilir olmayan fiziksel karışımların bulunduğunu savunuyordu. İbn Sînâ'ya göre bu fiziksel karışımın içindeki bileşenlerin temelini yine nitelikler oluşturuyordu, ama bu nitelikler öyle bir şekilde karışıma giriyordu ki bu karışım sayesinde artık niteliklere indirgenemeyecek yeni güçler ortaya çıkıyordu. İbn Sînâ'ya göre, işte bizim niteliklere indirgeyemediğimiz için açıklanabilir olmadığını sandığımız ve acayipler sepetine attığımız özellikler de dahil olmak üzere tüm özellikler, bu fiziksel karışımlar neticesinde ortaya çıkan güçlere bağlıdır.
Dolayısıyla fiziksel karışımların nasıl olup da bu güçleri meydana getirdiğini bilebilirsek, esasen acayiplik sepetine atılarak meraktan uzak tutulan değişik özelliklerin sebeplerini de bilebiliriz.
İbn Sînâ fiziksel karışım süreçlerinin gözlem seviyesinin uzağında olması nedeniyle, bu güçleri ortaya çıkaran süreçleri bilmenin zor olduğunu, fakat imkânsızlık barındırmadığını söyledi. Bir başka deyişle bingöz otunun müshillik ya da afyonun sarhoş edicilik özelliğini kazanmasını sağlayan sebeplerin, tespit edilmesi zor olsa da doğrudan doğruya fiziksel karışımlar içerisinde bulunduğunu söyleyerek bu türden değişik nitelikleri fiziksel açıklamanın doğasıyla uyumlu hâle getirdi. İbn Sînâ bu tespiti yaptıktan sonra ikinci bir soru daha sordu: Şu türden bir özelliğin şu türden bir fiziksel altyapıya bağlandığını zor da olsa bilebiliriz, peki neden bu özelliğin şu fiziksel altyapıya değil de bu fiziksel altyapıya bağlanarak var edildiğini bilebilir miyiz? İbn Sînâ için bu, bugünkü tabiriyle bir tür "izah gediği" idi ve tümüyle metafizik bir yöne sahip olduğu için insan tarafından bilinemeyen bir yöne sahipti. Şu hâlde bilimsel açıklama Aristotelesçi-Galenci gelenek içerisinde sebepsiz bırakılan değişik özelliklerin fiziksel sebepleri bulunduğunu söyleyerek onu bilme amacıyla araştırma programını genişleterek derinleştirebilir; bu, İbn Sînâ'nın önceki doğa merkezli açıklayıcı modellerin yetersizliğini aşan pozitif adımıdır.
Bununla birlikte İbn Sînâ ikinci bir adım daha atarak, belirli bir fiziksel altyapıya bağlı olarak belirli bir özelliğin varlığa gelmesinin metafizik bir hadise olduğunu, dolayısıyla Tanrı'dan kaynaklanan yaratıcı eylemin yokluğunda fiziksel altyapı tümüyle hazır olsa bile ona bağlı özelliğin ortaya çıkamayacağını söyledi. Bu yaratıcı eylem fiziksel altyapı içerisinde saklı imkanları düzenli bir nedensellik dairesi içerisinde realize eden ve nihayet fiziksel cisme yerleşerek bu realizasyonun sürekliliğini sağlayan metafizik unsura tekabül eder. İbn Sînâ için bu anlam metafiziksel olması manasında tümüyle aklîdir; onun varlığını akledebiliriz, ama mutlaklığı dolayısıyla ad veremediğimiz gibi işleyişine müdahil olarak manipüle de edemeyiz. Dolayısıyla bu metafiziksel anlamın idraki hususunda İbn Sînâ, kendi sistemiyle uyumlu bir şekilde negatif bir tutum takındı ve bilimsel açıklama ve müdahalenin sınırlarının burada durduğunu söyledi. Buraya kadar anlatılanlar İbn Sînâcı modelin, Helenistik seleflerine nispetle bilimsel açıklamanın sınırlarını genişlettiği ve sistem gereği metafizik sınırlılıklara işaret ettiğini gördük.
- Bununla birlikte bu model, Latince tercümeler yoluyla Batı Ortaçağına aktarıldığında farklı bir hüviyet kazandı ve İbn Sînâ'nın bilimsel açıklamanın sınırlarını genişleten pozitif adımı yutularak, metafizik sınırlılıklara dikkat çeken ikinci adımı fiziksel altyapıyla ilgili merakımızın da önüne set çekecek şekilde genişletildi.
Bilinemezlik alanının sınırı genişledikçe, yeni öğretiyi resmi olarak benimseyen kilisenin ve kilisenin şahs-ı manevisinde temsil edilen tanrısal iradenin de sınırı genişliyordu. Yeni Çağ biliminin yüzleştiği yapılandırılmış bilinemezlik alanı Batı Ortaçağında böyle bir model içerisinde varlık kazandı ve rakiplerine hayat hakkı tanımayacak ölçüde merkezileşerek resmi doktrin hâline geldi. Çatışmayı derinleştiren asıl şey, kilisenin, bilinemezlik alanına yönelik vurgunun güçlenmesiyle dinî düşüncenin de güçleneceği yönündeki kanaatiydi. Böylece Batı Ortaçağı itibarıyla dinî düşünce, bizatihi bilimsel merakın önüne set çeken katı pozisyonun temsilcisi hâline geldi. Peki İbn Sînâ'nın teorisiyle eşzamanlı olarak veya onu önceleyecek bir şekilde İslam dünyasındaki diğer açıklayıcı modeller ne idi ve bilimsel açıklama ile müdahalenin sınırları söz konusu olduğunda nasıl bir çerçeve öngörüyorlardı?
İlerleyen yazılar boyunca bu soruların cevabına yakından bakacak ve İslam dünyasında gelişen bilimsel rasyonalite fikrini teşrih masasına yatıracağız. Bu çaba aynı zamanda hâlihazırda evrene bakışımızla ilgili tevarüs ettiğimiz ve işler görünen çerçeveleri muhasebe etmek için de bir fırsat olacak.