Hocam Hep Otuz Üç Yaşında’nın hikâyesini bir de okurlarımız için dinlemek isteriz…
Ansiklopedi 46 cilt olarak tamamlandıktan sonra, özellikle İSAM’daki hocalarımız, merhum Raşit Küçük Hoca’nın zamanında, bu işi görsel sahaya aktarmayı düşündüler. Raşit Hoca’nın etrafında da beni ve yaptığım işleri bilen bir hoca ekibi vardı. Yani “hafıza” odaklı, kültür odaklı filmlerle uğraştığımı biliyorlardı. Bu yüzden benimle istişare etmek istediler. Dolayısıyla hikâye böyle başlamış oldu. Tabii ben bu süreçte sözlü tarih görüşmelerini öne çekmek istedim. Yani bir film yapacaksak evvela sözlü tarih görüşmelerini yapalım; masada ne var, bunları bir görelim, görsel anlamda nasıl hikâyeler dönüyor, hikâyeler bizim film yapmamıza olanak tanır mı ya da hangi olanakları tanır bunları görmek istedim. Sözlü tarih görüşmeleri, bu işe emek vermiş 100 kadar hocayla yaklaşık 6 ay kadar sürdü. Ansiklopedi odaklı bir sözü tarih görüşmesi bunlar. Akabinde elimizdeki tüm malzemeyi masaya döktük. Selman Kılıçaslan ile birlikte senaryo çalışmasına başladık. Tabii bu süreç İSAM’daki bir hoca heyetiyle müzakere, istişare halinde yürütülüyordu. Çünkü biz işin görsel ve estetik tarafındayız ama arka planına, gerçek zeminine de onlar vakıftı. Dolayısıyla irtibatı hiç koparmadık bu süre zarfında. Ondan sonra da yapım süreci, bütçelerin bulunması, çekimin tamamlanması derken filmi Saraybosna Film Festivali’ni açtık. 2,5 yılı bulan bir süreç yani…
İlk niyetten Saraybosna’daki gösterimine kadar 2,5 yıl… Peki, film için sipariş üzerine yapılmış diyebilir miyiz?
Tam olarak değil, sipariş diyemeyiz. Eğer sipariş olsaydı biz şöyle bir film istiyoruz derlerdi ve tamamen ona sadık kalınırdı. Onu da ben yapmazdım zaten… Şöyle diyelim: Ortada bir fikir var. Benim yaptığım filmler de belli. Bir işe nasıl yaklaşacağım aşağı yukarı biliniyor. Bu şekilde ilerlememe müsaade olursa yapabiliriz, dedik. Baştan böyle konuştuk. Ama onlar zaten bu konuda güvendikleri için tam bir güven hâsıl oldu. Bu bence önemli bir şey. Ansiklopedi fikrini ortaya çıkaran insanların vizyonunu da gösteren bir şey. Dolayısıyla sağ olsunlar filmi yaparken, bu işi film dili olarak ortaya koyarken herhangi bir şekilde müdahalede bulunmadılar.
Açıkçası o sınırları soracaktım. Yani o sınırları, o dengeyi nasıl tuttunuz, var olan malzemeleri nasıl işlediniz acaba? Çünkü devasa bir malzeme vardı elinizde…
Hep Otuz Üç Yaşında, benim muhtemelen en zorlandığım filmlerden birisiydi. Çünkü burada sadık olmam gereken bir gerçeklik, bir düzlem vardı. Aslında filme dâhil ettiğimiz her kurmaca unsur; nesne, hikâye, hikâye parçacıkları ya bu yaşanmışlıklardan neredeyse doğrudan izler taşıyor yahut buralardan terkiplerden oluşuyor. Tabii film bazen sadece içerik üzerinden değerlendiriliyor. O da yanlış. Çünkü bu bir sinema filmi yani bir film diliyle yoğurduk, yoğurmaya çalıştık. Dolayısıyla ben bir hikâye kuruyorum burada. Ve bu hikâyeyi kurarken gerçek malzemeleri misafir ediyorum kendi kurmaca dünyamın içerisine. Ve bunları iç içe sokarken veya terkip ederken de belli doz ayarlamaları yapıyorum. İşte bu, gerçeği ve gerçek malzemeyi sinemaya yaklaştırdığımız taraf oluyor. Bunun için de bazı formüller bulmaya, 33 yıllık bir hikâyeyi biraz sıkıştırmaya çalıştık.
Evet. Tahmin edebiliyorum o işin zorluk kısmını. Bir de şu var: Tırnak içinde söylüyorum, bir ansiklopedinin yazım süreciyle ilgili bir film ilk elden izleyiciyi çok cezbedecek gibi durmuyor. Ancak ben izleyen kimle konuştuysam herkes filmle bir organik bir bağ kurabilmiş. Bunun nedeni nedir acaba sizce, nasıl başardınız?
Mesela biz Anadolu’da seyircilerle çok buluştuk. İlk defa sinema tecrübesi yaşayan insanlar da geldi bu filme 30-40 senedir sinemaya gitmeyenler de. Mesela yaşlı bir teyze, “Ben fazla bir şey anlamadım bu filmden ama çok duygulandım.” dedi. Üniversite yaşlarında genç bir seyirci de “Bütün ümitsizliklerimi bu sinema salonunda bırakarak çıkıyorum.” dedi. Yani sinema sanatının gerekliliklerini tavizsiz bir şekilde bu filmde uyguladığımızı söylemek istiyorum. Bir film nasıl olması gerekiyorsa, nasıl olabilirse o şekilde yaptık. Ortaya bir sanat eseri koymuş olduk yani. Bu sanat eseri de ister bir ansiklopedinin yazım sürecini anlatsın ister bir aşk hikâyesi olsun organik olunca bir şekilde izleyiciye ulaşıyor. Mesela hem Müslüman çevreye çok aşina olmayan hem de İslam Ansiklopedisi’ni hiç duymamış bir arkadaş filmden çıktıktan sonra, “Bir ansiklopedi filminde bu kadar duygulanacağımı hiç düşünmemiştim.” demişti. Gözleri dolmuş, ağlamış vs. Film herkeste aynı etkiyi yapıyor demiyorum ama demek ki farklı katmanlardaki, farklı insanlarla farklı bağlar kuruyor. Mesela 6. sınıfa giden bir kız çocuğu filmden sonra benimle fotoğraf çektirmek istedi. Sonra annesi gelip kızını filme zorla getirdiğini ama filmi çok beğendiği için benimle fotoğraf çektirmek istediğini söyledi. Seyirciyle filmin nasıl bir bağ kurduğunu bu tip gösterimlere gittiğimde anlıyorum.
Hep Otuz Üç Yaşında bir dava filmi… Dava filmleri genelde hamasete dayanır. İnsani öz, bireysel trajedi unutulur. Fakat siz o bireysel trajedi atlamamışsınız. Birçok sahnede bunu görebiliyoruz. Peki, bu siyaset ile bireysel trajediyi nasıl dengelediniz?
Tabii Hep Otuz Üç Yaşında bir kahramanlık hikâyesi. Ama bu kahramanlık hikâyesinde beni film yapmaya iten asıl duygu, bunun “bugün” yaşanmış olması. Yani şu an dışarıya çıktığımızda, sokakta karşılaştığımız, kütüphanede görebileceğimiz, pazarda, markette, orada burada yani gündelik hayatımızın içerisinde rastlayabileceğimiz insanların inşa ettiği bir kahramanlık hikâyesi… Dolayısıyla gündelik hayata değmesi, sızması bence çok anlamlı. Bu, beni film yapmaya iten bir şey. Yani bu “olağan” akışın içerisinde böyle bir “olağanüstülüğün” ortaya çıkması benim için itici bir duygu. Ansiklopedinin yazarlarından dağıtım sorumlusuna kadar herkesin görevini yaptığı bir kahramanlık hikâyesi. Kolektif bir başarı. Ortak kazanılmış bir zafer gibi yani.
Hep Otuz Üç Yaşında bir belgesel-film. Bununla birlikte sanat yönü bir an olsun elden bırakılmamış. Peki, belgesel nerede biter? Kurmaca nerede başlar?
Ben filmi belgesel unsurları çıkararak da kurgulamıştım ilk başta. Hatta bir ay bekledim. “Acaba filmi böyle mi ortaya koymalıyım?” diye. Hatta bazı fikirler de aldım. Ama günün sonunda kendimi ikna ettiğim şey belgesel malzemelerin filmin gerçeklik duygusuna yeni bir katman daha açabileceği oldu. Bunlara kendimi ikna ettiğimde, kurmaca ve belgesel arasındaki ayrım noktasında, duyguları takip eden bir yerde kalmaya çalıştım. Yani film bir şekilde akıyor ve araya bazı gerçek parçaları giriyor… Böylece seyirci tamamen kendini kurmacaya kaptırmıyor. Belgesel malzeme ile bir farkındalık da oluyor seyirci açısından. Zaten ben de seyirciye açık oynamak istedim. Bu yüzden bütün adımlarım da şeffaf olmuş oldu. Yani “Hem belge malzemem var hem kurmaca yapıyorum ama ikisini iç içe sokuyorum, her şey ortada.” diyorum seyirciye. Seyircinin kendi hikâyesini kurma şansına sahip olması güzel bir şey aslında.
Sinemada siyasetin yeri nedir peki? Ya da sinemada popülizmin yeri nedir?
Şimdi şöyle, ben bu hikâyeyi anlatırken hakikaten samimi olmak istiyorum, bu bir. İkincisi, anlatmak istediğim hikâyede malzemenin aslına belli bir oranda sadakat göstermek istiyorum. Üçüncüsü de, bir yorum katmak istiyorum. Yani ben bugünden bakan bir adam olarak geçmişi nasıl görüyorum? Sonuçta bir eser ortaya koymaya çalışıyoruz. Ve bunu yaparken de seyirciye yukarıdan bakmaktan veya kendi doğrumu dayatmaktan kaçınıyorum. Bu benim tercih etmediğim bir şey. Popülist veya hamasi işlerde tutulan taraf çok belirgin oluyor. Fakat burada tarafın belirgin olması film dilini kabalaştırıyor. Sorun bu biraz da. Yani bu filmi yaparken ben de bir tarafta duruyorum. Nerede durduğum da çok açık. Bu yüzden yaptığım işi inceltmekle mükellefim. İncelttiğim müddetçe popülist ve hamasi olan da benden uzak duracaktır. Bu yüzden sadece duygularımla hareket etmiyor, soğukkanlı olmaya çalışıyorum. Savaşla gider gibi bir film çekmiyorum kısacası. Zaten elimizdeki büyük bir hikâye. Bu yüzden bunun altını ayrıca çizmeye gerek duymadım.
Hocam filmde mesela daktilodan bilgisayara geçiş sürecine şahitlik ediyoruz. Ya da silindir şapkalar masada beliriyor. Bu anlamda Hep Otuz Üç Yaşında bize bir Türkiye panoraması sunuyor diyebilir miyiz?
Ansiklopedi hikâyesi eğer bir Türkiye panoraması veriyor ve bu film de ansiklopediyi anlatıyorsa, evet panorama sunuyor diyebiliriz. Niyaz tipinin aslında Türkiye’nin de bir karşılığı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Yani Niyaz tipi ile birçok insan karşılaşmıştır veya bizzat kendisi öyledir, bilmiyorum. Akrabamızdır, eşimizdir, dostumuzdur. Dolayısıyla Türkiye’nin geçmiş olduğu şartlardan, yani fiziki koşullar olsun ya da zihni koşullar olsun, ansiklopedi de geçmiş oluyor. Film de bunlara temas ediyor haliyle ve gerçekten bir Türkiye panoramasıyla karşılaşıyoruz…
Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım