İngiliz edebiyatında eleştiri: Bir diyalog
“Sen tabiatı severken beni reddediyorsun, öyle mi? Sanat, tabiatın çocuğu, insanlığın medeniyeti değil midir? Din felsefede, şiir eleştiride, hayat bilimde, aşk hukukta yer bulduğu gibi senin mısraların da tabii bir şekilde benim eleştirimde yerini bulur.”
Sarah Margaret Fuller (1810- 1850) şair, eleştirmen, feminist ve Woman in the Nineteenth Century (On Dokuzuncu Yüzyılda Kadın) kitabının yazarıdır.
Fuller’in yazdığı ve 2010 yılında Poetry Foundation adlı dergide yayımlanan bu diyalogda, “Şair” ve “Eleştirmen” olarak belirlenmiş iki karakterin, sanat ve doğa üzerine tamamen farklı olan fikirlerini tartıştıkları görülmekte.
Fuller’in yazdığı ve 2010 yılında Poetry Foundation adlı dergide yayımlanan bu diyalogda, “Şair” ve “Eleştirmen” olarak belirlenmiş iki karakterin, sanat ve doğa üzerine tamamen farklı olan fikirlerini tartıştıkları görülmekte. Şair, kendi aşkın eğilimlerini ortaya koyarken öte yandan eleştirmenin kendisinden uzak durmasını söylüyor; çünkü şaire göre eleştirmen doğanın gizemini deliyor ve şairin yaratıcı gücünü yok ediyor. Ancak eleştirmen ise şair ile aslında kardeş olduklarını ve ikisinin de -olması gerektiği gibi- tabiat düzenindeki yerlerini almış olduklarını savunuyor.
Çeviren: Ahmet Ölmez
Şair: Sabit gözlü, büzülmüş dudaklı soğuk adam, bana yaklaşma. Senin gelmenle beraber tabiat kendisini donuk bir sis ile örtüyor; bir hevesle, iç çekişlerine ve gülümsemelerine, tomurcuklarına ve meyvelerine kardan bir duvakla sütre çekiyor. Zira senin merhametsiz nefesin, onun gizemini delerek yaratıcı gücünü yok ediyor. Ufukta nesir yazmak için amade tuttuğun levhalarınla belirdiğinde, kuşlar yuvasına dönüyor ve gün batımı bulutlar arasında çözülüyor.
Eleştirmen: Ey kardeşim, velinimetim, benden uzaklaşma. Beni, seninle ortak bir anneden geliyormuşum gibi say; annemiz gözlerini küçük çocuğundan ayırmasın. Ben anneme senin kadar yakın olamayacağımı biliyorum, ama yine de onun evladıyım ve benim yardımım olmadan varoluş mukadder devrimlerini gerçekleştiremez.
Şair: Ne kadar da gaddarsın? Senin ölçülerin, suni bölmelerin ve tasniflerin ile tabiatın devrimleri arasında nasıl bir alaka var? Gerçek büyümelerde kusursuz bir şekilde bir “uzlaşma” vardır; senin hayatının bütün evreleri yanlışlıklarla dolu, zira sen bütünüyle bedbinsin. Neden gün ışığı veya gül gibi kendi türünü inceleyip ona göre bir şeyler üretmiyorsun? Önceden bir ot hayatı süren varlığına yeni bir ışık yansır ve böylece kutsal kalbin sağlıklı nabzı gözlerinin önüne serilir belki. Fakat bu mütemadi tetkik, mukayese ve tasnif işlemleri varlıklar bütününe tek zerre katkıda bulunmuyor.
Eleştirmen: Seni anlıyorum.
Şair: Evet, hep böyle diyorsun. Sen beni anlıyorsun, ama ben asla kendimi anladığımı iddia edecek kadar böbürlenemiyorum.
Eleştirmen: Niye böbürlenesin ki? Bu benim alanım. Ben sesinin yansıdığı taşım. Ben enstrümanına ahenk getiren uyum açkısıyım, kol saatinin düzenleyicisiyim. Hiçbir kulak duymasa kim konuşurdu? Daha doğrusu, hiçbir akıl kulağın duyduğunu anlamasa, kim konuşurdu?
Şair: Ben düşüncede değil aşkta duyulmak istiyorum, ahkâmda değil hayatta yer bulmak istiyorum. Ben müziğimi coşan rüzgârlara dökerim. Tohumumu yumuşak toprağa saçarım. Ben müziğimin anlamını nesirde duymak istemiyorum. Tohumumun kâğıt bir etiketle bir köşeye koyulmasını istemiyorum. Ruhlarımızın ruhuna yeni zafer türküleri ile cevap ver. Taze bir büyümeyle beni tatlı çocukluğuma götür. An itibarıyla sen benim hayatım tarafından üretilen bir fazlalıksın; git buradan, kendi haliyle meşgul olan egoist, ben seni tanımıyorum.
Eleştirmen: Sen tabiatı severken beni reddediyorsun, öyle mi? Sanat, tabiatın çocuğu, insanlığın medeniyeti değil midir? Din felsefede, şiir eleştiride, hayat bilimde, aşk hukukta yer bulduğu gibi senin mısraların da tabii bir şekilde benim eleştirimde yerini bulur.
Şair: Eleştiri! Bilim! Bu kelimelerin kökeni her şeyi anlatıyor. Zaten görülmüş bir şeye tekrar bakarak ne kazanırız? Zihinsel müdahalelerle asimile edilen şeyi teknik açıdan tasnif edince ne oluyor?
- Eleştirmen: Peki, yaşayarak ne kazanıyoruz?
- Şair: Güzelliğin kendisini sevmeyi… Mutluluğu!
- Eleştirmen: Bunda da bir bilinç yok mu?
- Şair: Evet! Bireysel şekle tezahür etmiş hakikatin bilinci…
- Eleştirmen: Bilince müsamaha gösterildiğine göre, bunu nasıl sınırlandıracaksın?
Şair: Tabiatımdan gelen dürtülerle sınırlandıracağım elbette. Bu dürtülere göre de senin bilincin küstah ve lüzumsuz gözüküyor.
Eleştirmen: Benim tabiatımın buyruğu, senin o sevmediğin yöntemleri huzurum için hayati olduğunu söylüyor. Kardeşim (reddedilmeyi kabul etmediğim için) tabiat düzenindeki yerimi alıyorum. Kelime iki sebepten dolayı tenzil edilip ete büründü. Bunların birincisi kendisini tanzim etmek için, ikincisi ise kendi tanzimini idrak etmek için. İlk şair kendi başına çalışıyorken kantolar arasında durup “Bu çok iyi,” demişti. Böylece insanları ikiye ayırmış oldu: Bazıları ürün ortaya koyarken diğerleri bu ürünün değerini biçti.
Şair: Pekâlâ! “Çok iyi olmuş” demek seni memnun ediyorsa o hâlde neden sürekli “çok kötü olmuş” diye haykırıp nasıl daha iyi yazabileceğime dair cahilane reçeteler yazıyorsun? Sen ne anlarsın ki? Bir şey iyiyse tam tersi olamaz. Neden sana yakışanı yaptıktan sonra kalanını rahat bırakmıyorsun? Düşüncenin gerçek paylaşımı ibadettir, eleştiri değil. Ruh ne savaklardan akar ne de kanallardan.
Eleştirmen: Her kilisede Protestanlığa mütemadi bir ihtiyaç duyulur. Kilise Katolik olsa dahi rahibi günahsız değildir. Senin gibi ben de mükemmel bir tabiat düzeni istiyorum. Bu düzende tek eleştiri zımni bir redden ibarettir. Bu tıpkı Venüs’ün Jüpiter’in yörüngesine kaymaması, balıkların ateşte barınak aramaması gibidir. Sen bir yapıcı olarak bu hedefe doğru yükselirken ben de arayıcı olarak aynısını yapıyorum.
Motorun seni o noktaya sabit bir uçuşla götürmeye yetmez. Ben sürekli durup yolumdaki dalları kesmekle uğraşmak zorundayım. Varlığımın hukuku kendi bünyemde ve aklımda gerçekleştirmeyi arzuladığım ideal gördüğüm her şeyde bir mükemmellik talep ediyor. Her nesnenin bu talebi ne kadar karşıladığı ise eleştirimin konusudur.
Şair: Eğer bir nesne seni tatmin etmiyorsa bir şey demeden diğerine geç.
Eleştirmen: Ben böyle memnun olmuyorum ama. Dileklerimin sırrını deşmeliyim, mantığımın adaletinden emin olmalıyım. Tetkikler, mukayeseler yapmalıyım, eleyip ayıklamalıyım; bu muamelelere dayanan şey benim için saf altın hükmündedir. Ne hissettiğimi ve nasıl hissettiğimi anlamadan bir diğerine geçemem. En ağır tetkik ve muamelelerime dayanan bir nesne, Olimpiyan masalara ulaşmam için çıktığım merdivende bana yeni bir basamak oluyor.
- Şair: Senin edebiyatın büyük gerçekleri olarak algıladığın şeyleri hesap edip düşünüyorum da, sanırım oraya vardığında tanrıları tanıyamayacaksın.
Eleştirmen: Parçanın beyanı, bütünün beyanı ile kıyaslandığında her zaman cehalet gibi gözükür, ama buna rağmen bütünü vadedebilir. Mesela bir parçanın bütüne işaret ettiğini düşünelim, yani namütenahi hayır ve namütenahi evet olarak. Bu durumda ışığının gölgesinin var olmasına müsaade et, bu senin ilhamının tescilidir. Böylece konuşurken durdu, zira arkadaşı yok olmuştu. Geride ise üzerinde “Afflatto Numine” (“İlham Kudreti”) yazan yıldızlı bir bayrak bıraktı. Eleştirmen, dayandığı direklerden birisinden bohça gibi katlanmış bayrağı aldı ve açmaya başladı. İncimsi gri kumaşı açarken ortaya “notitia” (bilgi) ve “causarum” (sebepler) kelimeleri çıktı. Batıdan gelen ani bir rüzgâr o kelimeleri alıp götürdü ve kumaş eleştirmenin üstüne uçarak onu yere yığdı. En azından o zamandan bu yana eleştirmenin adı sanı hiç duyulmadı.
(1846)