‘İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar’
İnsanın ‘hâkim’ ve ‘efendi’ olmaksızın özne olabileceği en mümkün ve sahici ilişki ‘aşk’tır. Merkezdesin, yöneldiğin de merkezde ama Batılı tarifin işaret ettiği gibi zorba bir ‘efendi’liği talep edemeyeceğin, etsen bile hükmünü sürdüremeyeceğin bir düzlemdesin. İnsan olmak için nereden başlamalıyız sorusunun cevabını veriyor bu bize. İnsan olmaya nereden başlanır: İnsan olmaya ‘sevmek’ten başlanır.
"Anlamak, her şeyi bir anlamı olması için kendisinde olmayan şeylerle tamamlamaktır."
Husserl
I.
İlk cümlesi epigrafına atıf yapan bir yazı olacak bu. Derdimi, biraz da yazının teknik imkânlarını konuşarak ilerletmek niyetindeyim. Nasıl olacak birazdan birlikte göreceğiz. Madem ilk cümleyle epigrafa atıf yaptım, neden epigrafı yazının ilk cümlesi yapmadım peki? Bu bir soru. Burada dursun, gücüm yeterse döneceğim.
İlk söz şu: sorular cevaplardan daha önemlidir. Klişe bu. Evet, ama hakikat. Klişe diye feda edemeyeceklerimiz listesinin başında durur hakikat. Çok mu söylenmiş peki? Evet. Çok mu biliniyor peki? Evet. Sorun değil bu da. Birbirimize yeni şeyler değil, iyi şeyler söylemek zorundayız. Hatırlatmak; insan olmanın büyük ödevidir çünkü. Yoksa atlatamayız bu vartayı.
Atlatmaya çalıştığımız bir şeyden söz ediyoruz yani. Burası dünya. Coşkuyla katıldığımız yer değil, coşkuyla geçtiğimiz yer. En azından öyle olmalı. Nasıl ayıracağız peki bu ikisini? Bu da burada dursun.
‘Yaşamak geçti başımdan’ demişti ya şair. İlerletelim, bizim de yaşamak geçiyor başımızdan. Biz de geçiyoruz…
Geçmek! Türkçede bugün kullanılan ve genişleyen iki anlamını konuk edelim buraya. Biri, ilerlemek. Diğeri vazgeçmek/iptal etmek. Vaz/geçmek, geriye doğru bir hamleyi çağrıştırıyor önce. Ama orada kastedilen bile ‘ilerlemek’ bütünüyle: ‘Bunu geç, diğerine gelsin sıra.’ Tarihsel bir akış işte bu. Bir yerden bir başka yere doğru yapılan hareket. İşte bizim hikâyemiz. Geri gitmek bile, ileriye doğru bir hareket zira. Batılı bir ‘ilerlemek’ değil meselemiz. Selam onun üzerine olsun, ‘İki günü eşit olan aldanmıştır’ diyor, kuru et yiyen kadının oğlu.
Yani şu; dilimiz, anlamın kendisini kavrayabileceğimiz bir anlam zenginliğini sunuyor bize. Yeryüzü hikâyemizin asıl çerçevesini de ihtiva ediyor bu. Durup bakmak gerekiyor. Bakıp orada olmayan şeylere, başta kendi olmak üzere insanın başka şeyleri dâhil etmesiyle ele geçirilebilecek bir harita bu.
Kabul zor bir cümle. Ne anlatıyorum peki ben? Şunu: Galilei’den beri klasik fiziğin, Öklid’ten beri geometrinin üzerine dayandığı temel kavramlar, 20. yüzyılın hemen başında neredeyse bütünüyle çöktü. Döneminin tartışılmaz hakikatleri yerini yenilerine bıraktı. Yeni bir dünyanın kapısı açıldı.
Ne yaparsak yapalım hikâye başa dönecek. Başa, yani bize… ‘İnsan’ olarak bize… Biz, zamanla değişmeyecek, mekânla farklılaşmayacak bir meselenin peşinde olmak zorundayız. Gerisi kolay kuru bilgi.
En azından 20. yüzyılın ilk otuz yılında. Önümüzdeki yüzyılda bugün ‘değer’ ifade ettiğini düşündüğümüz, kıymet yüklediğimiz şey/ler/in ne olacağını bugünden söylemek zor. Hala kıymet görecekler mi? Hala değerli olacaklar mı? Hala katı ve keskin bir iman talep edecekler mi bizden? Asla ‘evet’ diyemeyiz, asla ‘hayır’ diyemeyeceğimiz gibi. Hatırlayın daha dün Cern’de ne dediler: ‘Aslında bu dünyanın olmaması gerekirdi.’ Ne yaparsak yapalım hikâye başa dönecek. Başa, yani bize… ‘İnsan’ olarak bize… Biz, zamanla değişmeyecek, mekânla farklılaşmayacak bir meselenin peşinde olmak zorundayız. Gerisi kolay kuru bilgi.
Bu, bizde çok daha önceden söylenmişti: “İlim bir kıyl-u kal imiş” denilerek. Öncesi de vardı üstelik: “Aşk imiş her ne var âlemde.” Orada kullanılan ‘ışk’ şu anlama geliyor demeye gerek yok. Çünkü orada kullanılan ‘ilim’ bu anlama gelir demeye kadar uzanır mesele. Orada değiliz biz, şuradayız: tüm bunların geldiği ‘anlam’ları nasıl anlarız? Dünya ve tarih ve zaman akıyor. Her şey değişiyor. Yeryüzü maceramızda Âdem aleyhisselamdan beri başımıza pek çok şey geldi. Pek çok şey değişti ve değişiyor. Dengeler, ilişkiler, kıymetler ve değerler… Değişmeyen şeyler sadece ve sadece bizim, ‘biz’ olarak ‘insan’ olmamızı sağlayan şeylerdi. Hatırlayın. İnsan olmamızı ve kalmamızı sağlayan şeylerdi onlar; merhamet mesela… Çoklukla ‘küçük’, çoklukla ‘basit’, çoklukla ‘önemsiz’ detaylardı hepsi…
II.
Önce anlaşalım, dönüp dönüp bir coğrafya olarak Batı eleştirisi yapmıyorum. Şartlarından hemen her bir insan tekinin memnun olmadığı bu dünyanın bugünkü fotoğrafının müsebbiplerini belirlemeye çalışıyorum. Yoksa politik bir şey söylemiyorum burada. Bir ‘radikal’ olarak da politik değilim zaten. Hüsamettin Arslan Hocanın ayrımını kıymetli buluyorum: Politik radikal değil, etik radikal olmak zorundayız. Vicdandır ‘biz’i var edecek ve o bizi yolda tutacak şey çünkü.
Neydi sorun? Şuydu: Sokrates’ten beri Batılı insan, yalnızca ‘kendi’siyle meşgul olmak için kendisini ‘doğa’dan kopardı. Bir daha tekrar 16. yüzyıl sonralarına doğru Descartes’la ona yaklaştı: ‘Hâkim’ ve ‘Efendi’ olmak için ama. Hâkim ve efendi. Tekrar ederim: Hâkim ve efendi. Kendinden hareketle gördüğü her şeye karşı hâkim olma güdüsü ve efendi olma isteği. Hastalık bu değilse nedir?
Ne yapmamız gerekiyor peki: İnsanın yeniden ‘insan’laştırılması gerekiyor. İnsanın yeniden ortaya çıkarılması gerekiyor.
- Ve yeniden ve sürekli insan kalmasını mümkün kılacak evrenin inşa edilmesi gerekiyor. Bu kendi kendine olmayacak. Bunu ‘biz’ tüm ‘herkes’ için de yapamayacağız belki ama ‘biz’ bunu ‘kendi’miz için yapmak zorundayız. Bu yüzyıldaki en büyük görevimiz budur işte.
Kabul, yoğun ve yorucu ilerliyorum. Uzun bir konunun başındayız şimdi. Asıl soru kendisini koruyor: Tüm bunlar nasıl gerçekleştirilecek? Neyi tutarak ve neye tutunarak düşmekten koruyabiliriz kendimizi. İnsan olarak doğmamız, tek başına bizi bu ‘dünya saldırısı’ndan korumaya yetmez. Yetmiyor da. Çünkü insan, ‘doğarak’ değil, ‘olarak’ elde edilebilecek bir irtifa. Sorumuz netleşti en azından: Neye/kime tutunarak düşmekten koruyabiliriz kendimizi?
Cevabı da net aslında: ‘Birbirimize tutundukça bıçakların ağzı kapanacak.’ Bir-i-birimize tutundukça! Bu önemli.
III.
Artık başa dönebiliriz, ne diyordu Edmund reis: “Anlamak, her şeyi bir anlamı olması için kendisinde olmayan şeylerle tamamlamaktır.” Bir şeyin anlam kazanması ancak böyle mümkün olabilir çünkü. Bir şeye bir başka şeyi katarak o şeyi anlamlı kılabiliriz. Ve o şey, ancak böyle tamamlanır, tamam olur. Buradaki her şeye, insan da ‘bir şey’ olarak dâhil elbette… Kendimizi neye katarsak ve kendimize ne katarsak, sahici birer ‘insan’ oluşumuzu mümkün kılacağız? Soru bu.
Modernizmin açtığı yara da bu. Postmodernizm bunu kabul edilebilir kıldı sadece. Değişmez kuraldır: Neyin üzerine çokça konuşuluyorsa, asıl ıskalanan odur çünkü. Tıpkı içinde doğduğumuz bu çağ ve çağın içindekiler gibi… İnsan haklarının ha bire konuşulduğu ama insan haysiyetinin bütünüyle unutulduğu bir çağ. Kadın bedeninin her şeyin öznesiymiş gibi durmasına karşın, aslında her şeyin nesnesi olduğunu dikkatli bütün gözlere ifşa eden reklamların azgınlaştığı bir çağ. Aşkın her filmde, her şarkıda, her eylemde üzerine konuşulduğu ama bir türlü nesne olmaktan kurtulup da özneleşemediği çağ…
Dikkat edelim, başka hiçbir dilde karşılığı olmayan ‘gönül’ kelimesinin asıl yönelimi insan ihtiyarının dışında olmasıdır. Bunu daha önce de söylemiştim; ‘gönül düşürmek’ deriz mesela. ‘Gönlümü düşürdüm’ demeyiz, diyemeyiz. Gönlüm düştü deriz çünkü hâkim olma iddiasındakinin insan olmadığı bir ilişki biçimidir bu. İnsana yerini öğretir. Ve sadece Türkçede vardır. Kıymetini bilelim. Sezai Karakoç bunu şöyle ifade etmişti: “Göklerden gelen bir karar vardır.” İşittik ve kabul ettik.
İnsana yerini öğretir dedim, çünkü başından itibaren insanın ‘hâkim’ ve ‘efendi’ olmaksızın özne olabileceği en mümkün ve sahici ilişki ‘aşk’tır. Merkezdesin, yöneldiğin de merkezde ama Batılı tarifin işaret ettiği gibi zorba bir ‘efendi’liği talep edemeyeceğin, etsen bile hükmünü sürdüremeyeceğin bir düzlemdesin. İnsan olmak için nereden başlamalıyız sorusunun cevabını veriyor bu bize. İnsan olmaya nereden başlanır: İnsan olmaya ‘sevmek’ten başlanır. Ne yaparsak yapalım, başka türlüsü emin olun mümkün olmayacak.
- Sevmek de ancak sahici bir yönelimle mümkün. Hazreti Şeyh: “Ne yaparsanız yapın, sıdk-ı gönülle yapın” buyurmuş, “Günahlarınızı bile sıdk-ı gönülle işleyin.” Aşkla, tutkuyla, inanarak ve içiniz titreyerek…
Ne sahici bir çağrı bu. Öylesine muazzam bir çağrı ki oturup kitap yazalım üzerine. Çünkü günah, insan içindir. Ve elbette günahtan arınabilir insan. Tevbe eder, gözyaşı döker, vaz/geçer. Fakat günahtan arınabilen ‘insan’dır sadece. İnsanın anlamı ortadan kalkınca yalnızca ‘günah’ kalacaktır geriye. Sertleşerek, katılaşarak, kırarak ilerleyecektir üstelik.
Sahici olamayışımız asıl sorunumuz. Kabul, hızlı bir çağa doğduk. Kabul, daha da hızlanarak ilerliyor bu çağ ve çemberine bizi de katarak sürüklüyor. Sürekli farklı elbiseler giymek zorundayız, sürekli üzerimize yakış/tırıl/an belli bir imajın içinde davranmak zorundayız. Sahihliğimizi alıp götüren, yüzümüzdeki tebessümü bile yapış yapış plastik bir şeye çeviren zamanlardayız. Ama bunu yarıp çıkamazsak yavaş yavaş plastikleşeceğiz biz de. Ve bu çürüme, bütün ihtişamıyla gözlerimizin önünde, kalplerimizin içinde gerçekleşiyor. Dışarıdan çok şık ama içeriden bütünüyle çürümüş her çarpık olan şeyin örneğine dönüşüyoruz.
IV.
“Hâlbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti” diyen şair de aynı şeyi söylüyor işte. Ben cüret edip, taşınacak suyu ve kırılacak odunu göstermeye çabalıyorum. Bunu bize gösterecek olan yalnız Allah’tır. Ve ne kadar içten istersek o kadar mümkün olacaktır.
Sahih olanla, sahici olanla, samimi ve gerçek olanla kurabileceğimiz ilişki, öyle çoktandır kullanıla kullanıla tüketilmiş anlamıyla değil, ‘merhamet’in ta kendisini, kendisinden hareketle baktığına sahiciliği nazar olarak düşürüp, onu da düşmekten koruyan ‘aşk’ ile mümkün. İnsan olmanın anlamını bize verebilecek olan ve etrafındaki bütün gürültüye rağmen berraklığa geçişin tek kapısı olan ‘aşk’ ile yani… O kadar ki kapitalizmi durdurabileceğimiz makul tek düzlemin de aşk olabileceğini, ihtişamlı çöküşümüzü sona erdirecek olanın da bir-i-birimizi sevmek olacağını söyleyebilirim. Bu kadar net. Bu kadar gerçek.
Budur yüzümüzü aydınlatacak ve bizi insan kılacak şey. Bizi, kadın ve erkek her birimizi ‘adam’ yapacak şey ‘aşk’tır çünkü. Adam yani âdem. Yani insan işte.
Ama kıstırıldığımız cendereye bakın ki, üzerine konuşmak bile yorucu, üzerinden konuşmak bile korkutucu. O kadar yıpratılmış kelimeler ki bunlar. Daha başlar başlamaz bulanıklaşıyor. Çünkü bunun bir paket halinde çürümenin, bedensel hazza indirgenmenin, ‘güzel’ diye tanımlanana bağlandığı bir kıyamete gelmiş durumdayız. Çıldırmıyor oluşumuz bir mucize.
Koşarak insanın ‘deli köşe’sinde duracak bir çift göz, bir güzel söz belki daha kuvvetli bir iletişimi sağlayacak olan uzunca bir birlikte susmaktır aslında bu.
Budur yüzümüzü aydınlatacak ve bizi insan kılacak şey. Bizi, kadın ve erkek her birimizi ‘adam’ yapacak şey ‘aşk’tır çünkü. Adam yani âdem. Yani insan işte.
Gelip de insanın deliliğe meyyal köşesinde durup, onu ‘dünya saldırı’sından koruyabilecek olan budur çünkü. Yoksa sabahtan akşamına dünyanın tüm zamanlarında içine girip de debelenip durduğumuz yüksek politik analizlerimiz değil…
Fethi Gemuhluoğlu’nun yanına gelen her gence “hiç âşık oldun mu” diye sormasının sebebi neyse, bütün bu kadar uzun sözle anlatmaya çalıştığım şey de odur işte.
Hiç âşık olmadıysan, adam da olmamışsındır henüz.