Hürriyet Mahallesinden Fadime'nin düğününe çok kişisel bir Ferdi Tayfur hikayesi
Ferdi Tayfur, ateşine ihtiyacımızın olduğunu bilen ama ‘ateş’ini kutsallaştırmayan, ruhumuzu temize çekerken havasını atmayan, ufak, yürümese de hiç toz kaldırmayan kendi halinde samimi bir ejderhadır. Acımıza ortak, kederimize eş ve dertleşmeye meyyal. Dinleyicilerini hiç yarı yolda bırakmamış bir isim üstelik.
Ferdi Tayfur kimdir, sorusunun, benim açımdan ‘arabesk müzik nedir’ sorusuyla hem dost hem de çok yakın akraba olduğunu söyleyebilirim.
Bir bilgi olarak da, hissiyat olarak da bu böyle benim için. Genel olarak ‘müziğin’ ilk gençlik yıllarımdan beri ruhumu çepeçevre saran büyülü bir tarafının olduğunu hissettim hep. Bu, ağrıları arttırarak azaltan bir tedavi şekliydi. Evet, kendi doğası içerisinde bile şiddetli bir ‘belirsizlik’ üretmeyi başarmış bir tedavi şekli. Sakinleştirici gibi de değil, kışkırtıcı ve şaşırtıcı derecede uçucu. Tıbbi bir vakıadan söz ediyor değilim tabi. Bu duyguyu ‘tanımlamaya’ devam etme acemiliğine de düşmeyeceğim. Burası önemli; hissiyatın -çoğu zaman- her şeyin önünde ipi göğüslediğini tecrübe etmişizdir. Benim de hissiyatım bu yönde. “Müzik, hissin uğultusudur” diyen Oscar Wilde’ın çıkış noktası da buna benzer bir eğilim taşır. Askerdeyken bile yön bulma eğitimlerinde kopya çekmiş benim gibi biri için ‘yön’ün hissiyatla birleşmesiyle ortaya çıkan o net matematiğinin fotoğrafı elbette mutluluk verici.
Ferdi Tayfur şarkılarında kendini bulan adamların o ‘kendini bulma’ halleri, yaşadıkları hayatların duygu dünyalarına yaptığı o keskin etkiyle kamçılanır.
Müziğin işte bahsettiğim ya da bahsedemediğim bu ‘tarafına’ hem meftun, hem de mecburdum ben. Arabesk’in babalarını da bu bağlamda ateş kusan yaralı ejderhalar gibi görüyordum, fantastik bir kodlama gibi duruyor ama değil. Hiç şüphesiz ruhumuzun o ateşe ihtiyacı vardı, bunu görmüştüm. Buradan metafizik bir kapıya çıkacak halim de yok. Dümdüz bir dertleşme sancısından söz ediyorum çünkü; metafizik gerilim içermeyen tabii bir halden. Ferdi Tayfur’un kimliğine bu tali yoldan bir çıkış açacak olursam; ruhumuzun ihtiyacı olan nar-ı ateş’i üzerimize doğru üfleyen/harlayan o yaralı ejderhalar arasından kendimize en yakın hissettiğimiz de galiba oydu. Belki dertleşmeye en müsait görünen ejderhaydı, bilemiyorum. Aynı zamanda sıkı bir Müslüm Gürses dinleyicisi olarak bunu söyleyebilirim, evet. Zaten benim Müslüm’de bulduğum şey o kadar başka bir alan’ın konusu ki, bu sebeple Ferdi Tayfur hakkındaki tasvirlerim/tahlillerim hep daha bir anlamlı görünür gözüme ve daha efkârlı.
Ferdi Tayfur şarkılarında kendini bulan adamların o ‘kendini bulma’ halleri, yaşadıkları hayatların duygu dünyalarına yaptığı o keskin etkiyle kamçılanır. Müzik öyle tek başına kendini bulabileceğin bir alan değildir zaten. Önce kaynakla bir etkileşim içerisine girmen gerekir. Bir de bahse konu bu müzik türü arabesk ise, kaynağa teslim olman bile yetmeyebilir. Kaynağın kodlarını çözmüş olmak ise ‘doğal’ bir haldir, yolu/yöntemi yoktur. Çözmüşsen ordasındır zaten. Ferdici olmanın yazılı olmayan şartları böyle söyler. Ferdi Tayfur, ateşine ihtiyacımızın olduğunu bilen ama ‘ateş’ini kutsallaştırmayan, ruhumuzu temize çekerken havasını atmayan, ufak, yürümese de hiç toz kaldırmayan kendi halinde samimi bir ejderhadır. Acımıza ortak, kederimize eş ve dertleşmeye meyyal. Dinleyicilerini hiç yarı yolda bırakmamış bir isim üstelik.
- Samimiyet bahsi Ferdi Tayfur’un ‘imaj’ını konuşurken -ki bu bildiğimiz anlamda bir imaj olmadı hiç bir zaman- sık kullanılan/kullandığım bir kavram. Bu belki de yaptığı müzikten neşet eden bir duygu. O duygunun şifa olduğu yaraların listesi herkese göre değişiklik gösterebilir.
Benim elimdeki listede, bir Ferdi Tayfur şarkısındaki toplam gerilimi, ancak bir başka Ferdi Tayfur şarkısı giderebilir yazıyor. Şu anda fonda ‘Hatıran Yeter’ şarkısının çalmasının sebepleri bile bir ömrün hasılasıdır mesela. Benim Tayfur’a karşı sarih ilgimin kodları yaklaşık olarak böyle.
Ferdi Tayfur teselliden ötesini de temsil eder. Teselli’den fazlası için kendi hayatımdaki en somut örnek olarak, Fatih isimli sınıf arkadaşımı hatırlıyorum. Hem okulun, hem de toplumsal tabakanın aynı sınıf’ına mensuptuk Fatih’le. Liseden arkadaşımdı, tekstil bölümünden bir kıza âşıktı, sessizdi ve ağır Ferdiciydi. Ahmet, Maviş, Hasan, Karanfil, Kadir, Mümin, Boşnak ve Cambaz’dan oluşan arabesk çetemizle birlikte meslek liselerinin İzmir’deki resmi radyosu olan İmbat FM’den damarlarımıza doğru bağlanan saygıdeğer bir hat üzerinden bakıp, anlamaya çalışıyorduk hayatı ve dersleri. Peki, kabul dersleri değil, yalnızca hayatı, o da belli bir kısmını. Hayat böyle akıp gidiyordu. Dersi kaynatalım derken, kanımızı kaynattığımızın resmiydi yani. Fatih bizim arabesk çetemize dâhil olsa da, ferdî olarak yine de kendi müzikal anlam evreninde takılmayı tercih eden bir yoldaşımızdı. Tipik bir Ferdiciydi. Onu ancak safi bir Ferdici anlayabilirdi. Ferdici olmanın yeter şartlarının neler olduğu konusunda hiç kimse konuşamaz ve hiç kimse bu şartları bilemez, ama bu durumu -bir hal olarak- rahatlıkla anlayabilirdi hepsi. (Ferdiciler)
Arabesk’e sosyolojik analiz gözlüğüyle bakamadığımız -bizzat içinde yaşadığımız- o güzel yılların bakiyesi olarak Ferdi Tayfur meselesinin; isyan’ı makbul ama kederiyle mutlu insanların uzağına düşmediğine kanaat getirmiştim. “Batan güneş beni de al, bir daha dönmem bu yerlere” şarkısındaki duygunun, çok üzgün bir adamın gönülden serzenişini içerse de, yine de son tahlilde o yerlere dönmeye razı bir adamın isyanını anlatıyor olması gibi. Makbul bir isyan ama kederin yarenliğiyle yaşamaya devam etme hali. Gerçek bir sevginin sahibi olmanın yeterliliği. Ferdi bu şarkıdan ibaret değil elbette ama batan güneşe seslenirken bile üzgünlük ve kırgınlıkla birlikte kabullenişin resmini görürüz onda.
Florida ya da Çukurova!
Ferdi Tayfur’un sesine gelirsek, orası biraz ‘kişiye özel’ bir alan gibi geliyor bana. Kişiye özel ve çok değişkenli. Ağlayarak, hatta kendi sesine yaslanarak söyledi/söylüyor şarkılarını Ferdi Tayfur. Söylediği şarkıların ruhunu (static) yakalayan ortak bir duyguyla hareket etmesiyle alakalı, arabesk’in büyük hikâyesine dâhil bir şey bu. İcra değimiz şey karakteristik bir mesele ve sınırlandırılmış bir alanı -dinleyici ile yorumcu arasında- temsil ediyor. Arabeskin genel hikâyesini düşünecek olursak eğer, özdeşliğin çok üzerinde bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Yorum’un öznesi, icracıyı aşacak bir atmosferi işaret eder çoğu zaman. Özgün-karakteristik yorumcular için dünyanın her yerinde böyledir bu aslında. Kertenkele Kral’ın sesini düşünelim mesela. Jim Morrison’u -şairliği ve besteciliğine rağmen- asıl özel yapan şeyin o kederli ve hüzünlü sesi olduğu konusunda hepimiz hemfikirizdir herhalde.
Florida ya da Çukurova. Dünya aynı ipte serilidir. Morrison’u ‘Sevgilim, bak yine şafak söküyor’ derken de düşünebiliriz.
The Doors’un, (Morrison’un ölümü) sonrasında bir türlü belini doğrultamamasını devasa bir imge olarak Morrison’un nihai yokluğuna bağlamak mümkün olsa da, biraz da ‘o ses’in yokluğudur bu. İnsan kendisini duyabildiği bir sese bağlanabilir. Çok güçlü bir ses olmasına, genel kabul görmüş olmasına falan gerek yok. ‘Anlamlı’ olması yeterli. The Doors da en açık ifadeyle anlamını kaybetmişti, daha iyi besteler yapılabilirdi ama notaları dinleyicilerin kalbine nişanlayacak uzun menzilli / ‘anlamlı’ bir ses bulmak gerçekten zor işti ve Morrison’dan sonra ‘kapılar’ kapandı.
Ferdi Tayfur’un sesindeki anlamın ‘geçerliliğine’ Jim Morrison üzerinden gelirken artistik bir niyet taşımadığımı söylemek isterim. The Doors’un hikâyesi gerçekten aşağı-yukarı budur. Güçlü ses ile anlamlı ses arasında bir köprü varsa bile, anlamın içerdiği bütün özgünlükler tek taraflı bir gerilimi işaret eder. Anlamın, kendi nesnel değeri dışında biraz da alıcı tarafından ‘yüklenebilen’ bir şey olmasının Ferdi Tayfur özelindeki karşılığı yine aynı yola çıkarır bizi. Bu yolda, anlamını bulan dinleyicinin pozisyonu sabittir. Tutunmak isterken iradi olarak gönlüne iyi gelecek bir dalı tercih etmek ve tutunduğu dalın kendisine değil, getirdiği umuda bağlanmak. Ferdi Tayfur’un sesindeki anlam ‘çare’nin değil, ‘umut’un kapısını aralıyordu galiba. Çok sık taklit edilmesini de buna bağlayabiliriz.
Ferdi Tayfur, hayatın duvar örerek kapattığı yolları aşmak için doğru bir tercih değil. Kendine özgü, uzun, çatallı bir yol. Evet, duvarı aşamıyor şarkılar, biliyoruz o duvarı yıkacak güçleri de yok. Belki bu yüzden kalın kitaplar, ağır abiler, filozoflar, şairler, romanlar, bilinç akışıyla yazılmayanı asla makbul olmayan hikâyeler, uzun filmler, muhtasar Türkiye tarihleri, entelektüel açlığı bastıracak aperatif ya da daha kreatif bir dolu sızıntı/sıkıntı, belki bu yüzden çile kalesinde münzevi adam, huzurum kalmadı, fani dünyada, kara sevda.
İnsanın kalbini ağırlaştıran şiirleri ve İsmet Özel’i tanıdığım günden beri iflah olmayan o derinlemesine çatlakları hiç saymıyorum bile. Gönül Oyunu şarkısının konser kaydı mesela, sıkı sıkıya örülmüş bu duvara ne yapabilir o halde? Yıkamayacağını bilir en başta ve sızar hiç durmadan o duvardan içeri, bulduğu her çatlaktan alabildiğine sızar. Dörtnala koşan bir duygunun sırtında şarkılarla birlikte sen de sızarsın o çatlaklardan içeri.