Hızlanırken geride kalanlar

 “Bekleme”yi yaşamın dışına itmiş modern kültürde istasyonlar da hareketli birer vitrini andırırlar.
“Bekleme”yi yaşamın dışına itmiş modern kültürde istasyonlar da hareketli birer vitrini andırırlar.

Tüplü monitörün üstündeki ve masanın altında bulunan kocaman kasadaki açma tuşlarına basıp -bilgisayar açılana kadar- mutfağa çay demlemeye giderdik. Yavaşlığın sağladığı bir imkân olarak eylemlerimizi organize edebiliyor ve üzerine detaylıca düşünebiliyorduk. Böylece bilgisayarın geç açılmasına isyan etmek de aklımıza gelmiyordu. Öyle ki yavaşlık dediğimiz şey, bugün algıladığımızdan çok farklı, yani daima olabilecek olanın en iyisi olarak görünüyordu gözümüze. Böyle inanmış, böyle kanaat etmiştik. Zamanla geleceğe dönük seçeneklerin artması bu yüzden -sanıldığının aksine- bizi özgürleştirmekten ziyade onca yerleşik değeri kolayca elden çıkarabilmemize yol açtı. Her yenilik, eskisinin üzerine değil; yerine geçti yani.

Eşyayla ilişkimizde başlayan bu sorun, zamanla insanî vasıflarımıza da biçim verdi. Oysa biz çayla eşzamanlı ısınarak açılan bu hantal bilgisayarların -bünyesinde hiçbir hatıra izi bırakmaya fırsat bile bulamadan- evlerimizden kapı dışarı edilişini sadece basit bir teknolojik değiş tokuş olarak değerlendirmiştik. Bunların yerini -çağın geçer akçesi olan- “daha yeni”, “daha ince” ve “daha hızlı” monitörler aldıkça, aynı niteliklerin insanlardan da beklenebileceğini kavramakta geciktik. Dahası artık aynı anda hem çay demlememizi hem de eylemlerimizi tartmamızı mümkün kılan kadim “yavaşlık” da hızla elini çekmişti üzerimizden. Sallama çay tam da böyle doğdu dünyamıza. Ve o gün bugündür sallama bir hayattır yaşadığımız: öyle hazır, öyle tatsız.

Şimdi hız, modern dünyanın niteliği değil; kendisidir. En çok da bineklerde okunur bu gerçek. Üstündeyken dış dünyayı deneyimlememize müsaade eden hayvan bineklerin yerini alan motorlu araçlar havada, denizde veya karada temin ettiği hızın bedeli olarak her yeri aynılaştıran bir körleşme de sunuyor. Bu hızlı bineklerin pencerelerinden dışarıya yönelen gözlerimiz, yavaşlığın mutlak mağlubiyeti sonrası derinlikli bakış ve seyir duygusunu da yitiriyor. Artık bizler yolcu olduğumuzu fark edemeyecek kadar mekansızız.

Hele bir de trenler. Sıklıkla rötar yapan ve vaat ettiği varış saatlerini bir türlü tutturamayan motorlu trenler, bir zamanlar hayatın önceden belirlenemezliğini ve sürprizlere açık oluşunu temsil ederdi. Trenler “beklenen” şeylerdi ve beklemek “kemale” açık müstakil bir eylemdi. Bu sebeple yaşamı en iyi metaforize eden binek trendi. Her yolcu –tıpkı her ölümlü gibi- tren içindeki varlığını ve yolculuğunu biricik zannetse de; hareket memurunun da bildiği gibi, o ne ilk trendi ne de son yolculuk. Her yolcunun kendisini odağına koyarak arşınladığı istasyonlar da gelenler ve gidenler arasındaki bu sürekli mübadelenin sessiz tanıklarıydı.

Alain de Botton Seyahat Sanatı adlı kitabında şöyle der: “Ulaşım araçları arasında düşüncenin gelişimine en çok yardım eden araç tren olsa gerek. Trenden görünen manzara gemideki veya uçaktaki manzaralar gibi tekdüze bir biçimde akıp gitmez; trenin hareketi, bizi çileden çıkarmayacak kadar hızlı ve yanından geçtiğimiz nesneleri ayırt edebileceğimiz kadar yavaştır”. Tren ne kadar yavaşsa, bu idrak de o kadar yoğun olur. Ancak trenin dışarıyı izlemeyi muhal kılacak limite yaklaşmadan hız alması hiç şüphesiz tefekkür coşkusunu da arttırır. Yani içerideki biz, dışarıda akan hayatın görüntülerini seyrederek düşünsel bir alışveriş gerçekleştiririz. İnsana bu durumda aşina hatta özlenen bir sükûn ve hüzün hali çöker bu yüzden.

Trenden dışarı bakmak bir tür içe dönme şeklidir. Gaston Bachelard Mekânın Poetikası’nda “Bir tren yolculuğu, düşlenen evde ikamet etme işlevi için ne de güzel bir alıştırmadır! Böyle bir yolculukta düşlediğimiz, kabullendiğimiz evler gözümüzün önünden bir film gibi geçer” der. Pencerenin hemen öte yanındaki kesitler, başka bir ifadeyle, bizim kendi dünyamızın içinde yer açar ve derinlerde kalmış imgeleri kımıldatır. Bu yüzdendir ki, normal hızda giden bir tren yolculuğu bir mekândan diğerine değil; daha çok varlığımızın dışından içine doğru yol bulur. Bu bazen nostaljik maziye bazen de hayalî bir geleceğe doğru ilerler. Örneğin trenin geçtiği tarlaların birinden trene -yani bize- şevkle el sallayan çocuklar bizi kendi çocukluğumuza götürürler. Yine dallarını ve üzerindeki meyvelerini görebildiğimiz ağaçlar, daha dün gölgesinde serinlediğimiz ağaçların çağrışımlarını yüklenirler. Hele bir de pencereleri açılan vagonlardan başı çıkarıp tünele kadar çalılarla oyun oynamak, saçın şeklini bozan rüzgâra sinmiş bağ bahçe kokularını içe çekmek: insanı gerçekten yaşadığına inandırır.

Oysa bugün ne açılan pencereleri var trenlerin ne de seyri mümkün yavaşlığı. Hızlı trenle yolculuk, klimalarla tek tipleştirilmiş bir iç mekân deneyiminden fazlası değil. Tefekkür burada hıza yenik düşer. Gözümüzün önünden geçmesi gereken film şeritleri hız karşısında flulaşır. Karartılmış pencereden dışarıyı görmeye azmeden göz, manzaranın yerini alan pencereye çarpar ve her yolcu kendi yansımasında takılı kalır. Hızlı trenin tek vaadi hızdır. Gideceği yere daha “çabuk” varan yolcu, buna rağmen daha dağınık —yani bir yerde toplanamamış duygularla iner trenden. Hızlı trende kararlar alınamaz, en fazla planlamalar yapılır, evraklar düzenlenir. Gideceği yere eskisine göre “daha erken” gelen yolcu, indikten sonra da hız rejiminin kurallarından yakasını kurtaramaz. Hızlı trenden hızlı inilir, hızlı terk edilir istasyon. “Bekleme”yi yaşamın dışına itmiş modern kültürde istasyonlar da hareketli birer vitrini andırırlar.

Hızlı trenler, bildiğimiz motorlu trenlerin hızlandırılmış versiyonu veya devamı değil; gayri insani antitezidir. Jean Baudrillard Tam Ekran kitabında hızlı trenlerin bu yönünü çarpıcı bir örnekle şöyle açıklar: “Gösteri yapan öğrenciler Angouleme Garı'nda hızlı treni durduruyorlar. Öğrenci kalabalığı trenin her iki yakasından dalgalanıyor, yolcular buğulu camların gerisinde hareketsiz bakınıyor. Birkaç haykırış, slogan ve bağırış çağırış —ama kime karşı? Sanki yapay bir uydu aracının karşısında havlıyorlar. Çünkü hızlı tren hareket eden bir sanal gerçeklik, Fransa'yı doğal olmayan bir ortamda boydan boya dolaşan bir sanal gerçeklik —paranın, hızın ve dolaşımda olan her şeyin cisimleşmiş örneği”.

Dönüp literatüre bakıldığında benzer eleştirilerin yalnızca hızlı trenlere dönük olmadığını görmek de enteresan bu arada. Mesela bundan yaklaşık bir asır önce Marcel Proust Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinde, aceleci çağın temsili olarak trenlerin bizleri dakik olmaya zorladığından ve seyre dalma keyfimizi öldürdüğünden bahseder. Proust acaba bugün bu hızlı trenler asrında yaşasaydı ne yazardı! Ancak galiba özellikle sanayi devriminden bu yana çoğu düşünür kendi çağını bir önceki çağın yavaşlığından mahrum edilmiş yitik bir çağ olarak görmeye meyilli. Bu, elbette haksız bir iddia ya da illüzyon değil. Hızlandığımız, yaşamı ve ölümü de hızlandırdığımız bir gerçek. Yetişmek için yaptığımız seri koşuşturmacalar bizi nereye vardırıyor peki? Hızlıca açılan monitörler bize ne gösteriyor, demlenmiş çay dışında nelerden mahrum ediyor bizi? Sanırım artık bunları fark etmek gerekiyor. Yoksa, Orhan Veli’nin Tren Sesi şiirine atfen, bir tren sesi duyunca iki göz iki çeşme olmuyor.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım