Hişt hişt
Açık niyetimiz farklı farklı, gizli niyetimizise ortaktı. Ölümü yâd etmek için buradaydık.Fanilikle göz göze gelmek için toplanmıştıkölüler diyarına. Buraya adım atmakhepimiz için içten içe en tatlı ve cesurkurtuluştu. İnsanın birden bire tek başınakalacağı o ana gönderilmiş bir selamdı.
“Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.” Sait Faik Abasıyanık’ın Hişt Hişt adlı öyküsünden...
Bu bahardan kalma yaz gününde, güneş terletmez, rüzgar üşütmez iken raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar bir ağaç dibine yeni hikayeler eker iken, yaşam bir var bir yok iken, hayat her solukta biraz daha ölüme yaklaşır iken, iniyordum sağlı sollu mezarlarla çevrili taş yoldan. O an aklıma düşüverdi Sait Faik’in Hişt Hişt adlı öyküsünün son cümleleri.
Yanlarındakilere bir şeyler anlatarak kimi Pier Loti’ye çıkıyor kimisi de Eyüb’e iniyordu aheste aheste. Tam, “Yanlış duydum herhalde” diye düşünürken, gene duydum o sesi: “Hişt, hişt.”
“Peki,” dedim kendi kendime, “Sait Faik’in duyduğu o hişt hişt sesi ya bir mezardan gelmişse?”
Sanki bir “hişt hişt” sesi duyar gibi oldum işte o an ben de, pür dikkat kesildim çevreme. Etraf kalabalıktı, herkes kendi dünyasındaydı, herkesin kendi dünyası daha kalabalıktı. Yanlarındakilere bir şeyler anlatarak kimi Pier Loti’ye çıkıyor kimisi de Eyüb’e iniyordu aheste aheste. Tam, “Yanlış duydum herhalde” diye düşünürken, gene duydum o sesi: “Hişt, hişt.”
Gene pür dikkat kesilip dinledim etrafı, sesin geldiği yönde mezar taşları vardı. Kabirlerden birinden geliyordu bu serzeniş, aşikârdı. İyice kulak kabartınca devamını da duydum yaşamın gürültüsünün altından usul usul akan bu batıni sesin, “Beni dikkatle dinleyin olur mu?” diyordu.
Ötedünya sakinlerinden biri konuşmaya susamıştı belli ki. Küçük bir hasbihale muhtaçtı. Bana da kulak vermek düşerdi, nihayetinde aynı yolun yolcusuyduk. “Yaşam hakkında ilk defa bir şeyler duyuyormuş gibi dinleyin beni.” Sesine şefkatli bir emredicilik hâkimdi.
- “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak”
Ahmet Haşim’in kâğıda damıttığı kelimelerle fısıldadı bu kez de. Başımı salladım uysalca. Hikâyesini anlattı. Herkesinki gibi bir hikâyeydi. Ne eksik ne fazla. Şurda doğdum, şurada… Her hikâyenin ortak sonu. Öldüm. Bir süre oturdum merhumun mezar taşının başında.
Selamlaşıp ayrıldık. Onu bir fatihayla uğurlayınca, kaldım yine kendi başıma.
Etrafa bakındım, bir kabristan için etraf oldukça kalabalıktı. Bunca diri ne işimiz vardı bu mezarlarla çevrili yolda? Sıkıntı ve tedirginlikler ölümün yüzüne çarpıp dışarıda kalmıştı. Halimizde bir uhrevilik hâkim, yürüyorduk.
Galiba insan onun bunun yalanlarından, suyu bulandıran ağızlardan yorulduğunda; üstlerinden elbiselerini çıkarıp atıyorlarmış gibi her şeyi bir tarafa bırakıp buraya geliyorlardı. Bizi buraya çeken bir şey vardı.
Dünya için tek geçerli sözcüğün anlamına yaklaşmak için buradan geçiyorduk. Bir tesadüf değildi burada olmamız. Her ne kadar dışardan Haliç’i temaşa ediyor gibi görünsek de. Bu güneşli yaz gününde, Pierre Loti’deki kafelerden birinde kahve içmek gibi görünse de niyetimiz. Ortak bir sırrımız vardı. O sözcüğün anlamında dinlenip demlenmekti gizli amacımız, ortak sırrımız. Ölüm kelimesinin anlamına yaklaşmaktı emelimiz. Dünyada önümüze sürülen ne var ne yoksa topunun da bir safsatadan ibaret olduğunu insanın yüzüne çarpan bu mezar taşlarına yakın olmak için akın etmiştik buraya. Az ötede eski bir kabrin mermerden çerçevesine kucağında bebeğiyle oturmuş o delikanlı da, bir selvinin gövdesine yaslanmış konuşmadan duran genç çift de bunun için buradaydı. Hepimizin bir açık bir de gizli niyeti vardı.
Açık niyetimiz farklı farklı, gizli niyetimiz ise ortaktı. Ölümü yâd etmek için buradaydık.
Fanilikle göz göze gelmek için toplanmıştık ölüler diyarına. Buraya adım atmak hepimiz için içten içe en tatlı ve cesur kurtuluştu. İnsanın birden bire tek başına kalacağı o ana gönderilmiş bir selamdı. Bedenimiz servilerin gölgesinde serinliği tadarken ruhumuz çözülmüş gizemler kitabesi mezar taşlarındaki Hüvel Baki hakikatini arıyorduk.
Gözlerden inci taneleri döktüren, bu kadim yerde, genciyle yaşlısıyla, zaman denizinin derinliklerine dalan inci avcılarına dönüşmüştük. En derinlere dalıyor, yaşamın yosunlu çamuru ile kaplanmış taş gibi sert midyelerin karnındaki anlamları ellerimizi kanatarak çıkarıyorduk. Pierre Loti’ye çıkan ya da Eyüp’e inen ve her biri kendi dünyasında gibi görünen insan seli tek bir gönülden bu dönüşümü yaşıyorduk
İnce uzun taşlık yolda, birbirinden ayrı olan iki âlemin sakinleri, biri toprağın üstünde biri altında birlik olmuş tek bir hikâyeyi anlatıyordu şimdi: Yaşamın ve ölümün o mucizevi hikâyesini.
Eyüp Sultan Mezarlığı’nın içinden geçen taşlık yolda, bir akşamüstü, sular sararır ve yüzlerimiz perde perde solarken, kızıl havaları seyrediyorduk. Sıcak bir taşa değen su damlası gibi gönlümüze düşer düşmez buhar olup uçan mısraları andırıyorduk.