Hissetmeye başlayın: “Duygusal miras” size kaldı

Hissetmeye başlayın: “Duygusal miras” size kaldı
Hissetmeye başlayın: “Duygusal miras” size kaldı

Girdiğiniz bütün depresyonların, kendinizi özel hissettiren bütün duyguların ilk kök sahibinin atalarınız olduğunu bilseydiniz ne yapardınız? Kadıköy’de ya da Üsküdar’da bir mekânda otururken arkadaşlarınıza Freud veya Lacan vasıtasıyla atıflar yaparak anlattığınız o duygunun asıl sahibi 250 yıl önce köyünüzde keçi sürüsünü güden çoban dedeniz olduğunu bilseydiniz ne hissederdiniz? O zaman hissetmeye başlayın. Çünkü fiziksel miras gibi duygusal mirası da aldınız.

Şöyle bir örnekle açıklayalım: Aynaya bakıyorsunuz. Yüzünüz, kaşlarınız, vücut tipiniz vs. biraz annenize ve anne tarafınıza biraz da babanıza ve baba tarafınıza benziyor. Tam da burada işte. Atalarımızdan biyolojik özellikleri alırken, onlarda içkin olan büyük hadiselerin bıraktığı enkaz duyguları da alıyorsunuz. Cüzdanını çaldırdığındaki o ilk tepki, bozkırın ortasında keçisini kurda kaptıran deden tarafından icat edildi. Yani mantık şu: Madde ve mana beraber ilerliyor. “İnsan bedeni, ruhunun resmidir” diyor Wittgenstein. Kastettiği şeyin derinliğinin farkında mıydı bilemiyorum. Ama öyle. Atalarınızdan birisi bir köşede sıkıştırılıp dayak yediyse, bu bir-iki nesil sonra epilepsi rahatsızlığı olarak torunlarda kendini gösteriyor.

Bilimin Anadolu’ya yetişmesi için biraz daha hızlı olması lazım. Daha ağaçların duygusal tepkilere göre meyve veriminin artıp artmadığını bulacaklar. Yaz tatilini babaannesiyle geçiren nasiplilerse çoktan biliyorlar bu bilgiyi. Madde ve mananın birlikte hareket ettiği bilgisi yeni bir bilgi değil elbette. Antik dönemde çokça konuşulan konulardan birisi. Fakat bunu gündelik hayatta düşününce iş ilginçleşiyor. Ne diyordu İsmet Özel “etimde şirpençe çıkar bu kızı alamazsam”. Evet, alamazsanız çıkar. Çünkü her duyguya bir biyolojik durum eşlik ediyor. Vefasız adamlardan bahseden o aşık kız, atalarından gelen o hayırsız adamı arıyor. Çünkü babaannenin arayışı da kodlandı ona. Çeşitli yüzleşmelerle aşılıyor bu durumlar. Tabii önce anne ve baba.

Bizim psikolojimizi ve biyolojimizi Türkçe belirliyor. Onu unutursak kendimizi de unutuyoruz. Ve bize kendisini bazen panik atak olarak hatırlatıyor. Çünkü bugüne kadar Türkçe konuşan herkes şu üç şeye sahipti: Düşman, savaş ve inanç. Ailemizde Çanakkale savaşında şehit olmuş dedelerimiz var. Sonraki kuşaklarda da Doğu’da görev yapan, yaralanan torunlar var. Birinci mesele şu: Ailemizin savaşmakla ilgili bir sülale döngüsü var. Her kuşakta bu savaşma hâli o dönemin konusuna göre kendini gösteriyor. Sadece 90 doğumlulardan ailemizde savaşan hiç kimse olmadı. İlginçtir bu sefer de ilk defa ailemizde panik atak duygusu yaşayan kuzenlerim çıktı. Bir saldırı anı gibi, bir ölüm anı gibi hissediyor. Sürekli kavgaya hazır ve sinirli. Bazen de panik ve korkulu. Çünkü taşıdığımız duygunun soyu, insanları ve tecrübeleri var. Bize kendini hatırlatıyor. Bu konuları konuşunca, anlatınca ve yüzleşince yani bu panik atak duygusunun ona değil atalarımıza ait olduğunu bilince, rahatlamanın ve iyileşmenin ilk adımını atıyor, çünkü meseleyi bilincimize idrak ettirmenin ilk adımını atmış oluyoruz. Atalardan gelen o ölüm ve saldırı mesajını almış ve devre dışı bırakmış oluyoruz. Ama yukarda belirttiğim üç unsur olmadan (düşman, savaş ve inanç) Türkçe konuşarak mutlu olmanın yahut dingin olmanın bir yolu var mı, bilmiyoruz.

Eski insanların yüzündeki ısrarlı ve kararlı bakış bugünkü yüzlerde yok. Bu ruh hâline biyolojik bir biçim de eşlik ediyor elbette. Ama nasıl olurda milyonlarca insanın çehresi biyolojik ve duygusal anlamda değişime uğrar? Cevap: Bir durumu ifade etme biçimiyle. “İçimde tanımlayamadığım bir his var” cümlesi mi bizi daha çok rahatlatıyor ve ifade edip duyguyu boşaltıyor yoksa “şurama bi’ öküz oturdu” cümlesi mi? Dil, varlığın ana konusu. Dil değişirse yüzün de değişir. Evin de aşkın da...

Biz eğer atalarımızın ve kendi hayat tecrübelerimizin sonucuysak, atalarımızın olaylara karşı gösterdiği tepki olan Türkçe değiştikçe yaşadığımız olaylara karşı kendimizi dil ve varlık anlamında savunmamız da zorlaşıyor. Mesela atalarımızın güldüğü ve mutlu olduğu o Türkçeyi kullanmıyoruz artık. Şu an kullandığımız kelimelerle kimse daha önce gülmedi, eğlenmedi veya sinirlenmedi. Hatta aşık bile olmadı. Mutsuzluğun ve o asgari neşesizliğin sebebi bu olabilir mi? Neden hep espri yaparken yahut gülerken yöresel ağıza doğru kayıyor bilincimiz? Mutluluğun ve neşenin hafızası orda da o yüzden. Sadakatin, vefanın, mesuliyetin hafızası da orda. Bu yeni dille üzülemiyoruz, mutlu olamıyoruz, erkek veya kadın olamıyoruz, öfkelenemiyoruz. Yalnızca bir kaos var. Buna da depresyon diyoruz. Dil meselesiyse hâlâ mezar taşı yahut kısır ideolojik söylemler çerçevesinde tartışılıyor.

Portekiz-Türkiye Avrupa Şampiyonası maçını izlerken aklıma birden bu dil olayı geldi. Futbolcularımıza motivasyon konuşmasını kimin yaptığını ve neler söylediğini merak ettim. Şu cümlelerle bir Türk’ün motive olacağını düşünen var mı: “Haydi çocuklar, başaracağınızı biliyorum. Gidin ve maçı kazanın. Size güveniyoruz.” Peki Türkçeyi hafızasıyla, anlam-soyuyla, bilinçaltı bankasıyla değiştirsek ve özüne döndürsek ve şöyle bir cümle kursak: “Aslanlarım çıkın parçalayın şunları, çiğ çiğ yiyip gelin. Anaların duaları sizinle. Şu gariban milletin yüzünü güldürün. Haydiii”. Az evvel verdiğim örnekle bu örnek arasında 500-600 yıllık bir hafıza farkı var. Dünyada en çok tanınan Türk teknik direktörün Fatih Terim olduğunu düşününce… Fatih Terim’in bir futbolcunun bacak kaslarını etkileyecek taktik bilgisi yok ama Türkçesi var. Türkçeye teslim olacak mıyız? Serbest kalacak mıyız?

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım