Her şeye garşısınız siz de la!
Halk dediğimiz, maddî mânevî bütün sıkıntısına, belki biraz da devletine kırgınolmasına rağmen ona karşı durmayı asla aklından geçirmeyen, daima “Allahdevlete, millete zevâl vermesin” diyenler mi, yoksa bulduğu ilk fırsatta her daimcebinde taşıdığı isyan bayrağını, hiç de inanmadığı mevzularda, ideolojik bileolamayan politik mevzularda kaldıran plastik halk mı?
ODTÜ’de yol çalışmasının yapıldığı zamanlar. Ağaçtan siyaset devşiren adamlar yine sahnede. Karayağız İç Anadolu delikanlısı bir abimiz, eylem yapanların karşısına geçerek bağırıyor. Boyu posu yerinde, kaşları çatık, hayli sinirlenmiş.
“P, ç, t, k” uyumunu ve TDK’nın imlâ kurallarını dikkate almadan abinin söylediklerini aktarıyorum:
“-Her şeye garşısınız siz de la!
-Hocam size noluyo kız orda konuşuyo
-Ne demek la? (deyip cümle sonuna nokta niyetine bi küfür sallıyor ve devam ediyor) Her şeye garşısınız, yol geçmesin, iz geçmesin. Biz de mahalleliyiz, ben de bu mahallede oturuyom, hayırdır la? Kimse bi şey demiyo! Sustukça yürürüz, keseriz, asarız... Olum milleti azdırmayın, milletin de boğazına gelmesin yani.”
Hemen ardından kadraj diğer tarafa dönüyor. Paçalarından aristokrasi ve yüzlerinden beyaz Türklük fışkıran bir grup ile ODTÜ’nün orantısız espri özürlüsü öğrencileri kendilerini ağaçlara zincirlemişler.
Dillerinde ezber slogan: “Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!”
El-hak doğrudur. Halk haklıdır ve daima kazanmalıdır, buna inanıyoruz. Devlet, milletini güçlendirdiği sürece güçlüdür, buna da inanıyoruz. Fakat halk dediğimiz kim? Nasıl bir zümre ve kimlerden oluşuyor? Asıl problem tam burada başlıyor. Hangi halktan bahsediyoruz?
Halk dediğimiz, maddî mânevî bütün sıkıntısına, belki biraz da devletine kırgın olmasına rağmen ona karşı durmayı asla aklından geçirmeyen, daima “Allah devlete, millete zevâl vermesin” diyenler mi, yoksa bulduğu ilk fırsatta her daim cebinde taşıdığı isyan bayrağını, hiç de inanmadığı mevzularda, ideolojik bile olamayan politik mevzularda kaldıran plastik halk mı?
Bu abimizin yaptığında ise mevzu aslında çok açık. Halk, plastik halka isyan ediyor.
“Biz de mahalleliyiz, ben de bu mahallede oturuyom, hayırdır la?” demek işte tam bunu yapmak demek. Mahallenin tam göbeğinde, tozun toprağın içinde, günlük 12 saat mesai ve 1000 TL asgarî ücretle beraber bin türlü sıkıntıyla cebelleşerek yaşamaya çalışan insanlar devletlerine zevâl gelmesin diye dua ederken, akademisyen maaşıyla mâbâdı rahat yaşayan birkaç halkımsının bu hareketi, halkın tam da göbeği olan bu abimizi çıldırtıyor. “Olum milleti azdırmayın, milletin de boğazına gelmesin” diyerek de, bilinçaltındaki millet algısında karşısındaki adamları nereye konumlandırdığı net olarak görülüyor. Onlar millete dâhil değil, milletin dışında bir yerde konuşlanmış bir grup insan, halkımsı, plastik halk, ne dersek artık…
Şimdi bu abimizle ilgili ODTÜ’nün sanal şubesi olan ekşisözlük’te yapılmış yorumlardan “sin kaf”sız olanlarını, imlâ hatalarını da aynen almak kaydıyla aşağıda yazıyorum:
“tipinden konuşmasından bile tehditler savurduğu güruhun (muhtemelen odtülüler vs) ne kadar haklı olduğunu ispat edecek olan hanzonun feryadı”
“adam tam cahil mahalle kabadayısı lan. bildiğin döver de odtüleleri bu yarmatör”
“tam bir bozkır hayvanı haykırışı. ayıyı koy buğday tarlasının ortasını, bu adamdan daha mantıklı tepkiler vermezse neyim”
“kusura bakma birader senin gibi koyun olamıyoruz diyerek cevap vermek istediğim söz.”
- Yan yana koyduğumuzda elimizdeki anahtar kelimeler şunlar. Bakın bu kelimeler Beyaz Türk yahut Beyaz Türkümsülerin ağızlarındaki zikirlerinden bir cüz: “Hanzo, cahil, kabadayı, yarmatör, bozkır hayvanı, ayı, koyun”
Tabii biz bu sözlere alışkınız. Bilhassa, “cahil, koyun ve ayı” üçgeni Beyaz Türklerin, bizleri nasıl kodladığını anlatması bakımında üç anahtar kelime ama benim asıl dikkatimi çeken ve orijinal bir “küfür” olan “bozkır hayvanı” oldu. Ankara bozkırında doğmuş biri olarak, bozkırın bu insanlar tarafından hakaret olarak kullanılmasına memnun oldum. Mayası Akdeniz havzasından Nev-Yunanî bir hamurla yoğrulmuş olanların bozkırda yaşamayı hakaret olarak görmesi gayet tabii, bundan gocunacak bir şey yok.
Ağızlarından düşürmedikleri İstiklâl Harbi’nin Maraş, Konya, Urfa, Antep gibi bozkır şehirlerinde verildiğinden de elbette bîhaberler. Bîhaber olmasalar bile ihtimaldir ki İstiklâl Harbi zaferine hayıflanıyorlar. Akdeniz medeniyetinden ayrı düşmek, Venedik’ten, Şanzelize’den, Madrid’den, Atina’dan ayrı düşüp Doğulu birer “ayı” olmaya mecbur olmak onları üzüyor. Zaten meselelerinin ağaç, tabiat falan olmadığını daha ilk günlerde söylemişlerdi. Fakat şunu biliyoruz ki; tabiat Allah’ın insana emaneti. Ve insan tabiatı yalnızca asgarî insanî ihtiyaçlarının temini için kullanmakla mükellef, fazlası israf ve emanete ihanet. Bizim tabiatla ilişkimiz bütün ideolojik ve politik hesapların dışında yalnızca Allah’ın emaneti olduğu için korumak ve ihtiyaç nisbetinde istifade etmek şeklinde oluşuyor. Bunun dışında hesap güden herkes, memleketine ihanet etmekle beraber, aslında insan fıtratına da ihanet ediyor. Kendi çocuğunun boğazına bıçak dayayıp, istekleri yerine getirilmezse çocuğunu kesmekle tehdit eden bir babanın çirkinliği ne ise bu da aynısı.
Biliriz ki tabiat mukaddestir, insan mukaddestir ve devlet mukaddestir. Tabiat, insan ve devlet arasına girebilecek bütün menfaat ilişkileri, ideolojik ve politik kaygılar bu mukaddes ilişkiye zarar verir.