Her şey tüccarların elinde

Arşiv
Arşiv

Yazma, konuşma, yap! Söyleme, ol, diyen adamlar gitti gideli, her şey tüccarların elinde!

doğru” da…

“Devrimi satın alamazsın, devrimi yapamazsın, devrim olabilirsin ancak” diyen “Mülksüzler”in hikâyesi gibidir hayat. Vermediğin şeyi alamazsın. Kendini vermen gerekir. Özgürlüğü elde edemezsin, özgür olabilirsin; mutluluğu elde edemezsin, mutlu olabilirsin; dürüstlüğü elde edemezsin, dürüst olabilirsin. Dini elde edemezsin, ona ait olabilirsin. Ahlâkın bekçisi olamazsın, ahlâklı olabilirsin. Ettiğin dua senin değildir artık. Dilediğin iyiliğin kaynağı sen değilsin. Sözün bile çoktan başkasına geçti…

Bizim hikâye burada kopuyor. Biz, madde ekseni üzerinde kullanılan “sahip olma” ile edinme olgusunu; mana ekseni üzerinde de mümkün zannediyoruz. “Kırmızı Ferrari sahibi olmak” gibi inançların da sahibi olmak, kendimizce “doğru” olan ne ise onun da sahibi olmak istiyoruz. Sahibi olmakla, kendisi olmayı aynı şey zannedince de, o doğruyu olamadığımızı dahi göremeyecek kadar yamuk kalıyoruz.

Metafor şu:

Neyi düzelteceğini, neyin düzelmesi gerektiğini bilen, düzeltilecekler arasında kendine ait eksik göremeyen herkes toplanmış, derin, mavi bir okyanus kıyısına. Okyanusun adı “doğru”. Atmış kamp sandalyesini, yakmış ateşini… Kuyruğu tutuşmuş haberi yok. Sonsuz bir mavilik vaaz ediyor kendi cehenneminden. Başını kaldırsa, bir an sussa, yangınını söndürmeyi hatta balıklarla yüzmeyi bile becerebilir ama susmuyor ve asla durmuyor.

Uzun uzun anlatma bana kendini, nasıl yaşıyorsan o’sun işte!

Freud çoktan dürmüş defterini konunun. Başkalarında sevmediğin ne varsa, sana en çok ne batıyorsa kendinde sevmeyip değiştiremediğin diye. İnsan bu, en çok kendini bilir, en az kendini tanır. Bildiği geliştirdiği inancıdır, tanımadığı ise gerçeği. İnanç yaratılabilir, gerçek zaten yaratılmıştır.

Doğruyu, edinmeden sahiplenenler ve bu sahiplikten mülhem en çok konuşanlar da bu açıktan, doğru ile gerçeğin aynı olduğu zannından besleniyor işte. Biz seviyoruz onları, biz büyütüyoruz, biz alkışlıyoruz. Vaaz edenleri, konuşmayan ama bıçak sırtı gibi dosdoğru yaşayanlardan daha çok kutsuyoruz. Onlar öyle istiyor. Biz yapıyoruz.

Mesela, Dünya’nın uzaydaki soluk mavi bir noktadan daha anlamlı olmadığını fark eden, atom bombası yapımına destek olmayı reddeden bilge adam Neil Bohr’u kimler tanıyor? Peki, ABD başkanına atom bombasının yapımı için tavsiye ve destek veren adam Einstan’ı tanıyanlar el kaldırsın!

Tek tek insanlar da suçlu değil belki bu doğrusal olmayan doğruculuktan. Belki sistem kendini böyle sürdürüyor. Döküle döküle, yıkıla yıkıla... Çok büyük. Çöküş zaman alıyor. Belki de bu da bir avuntu. Belki, “Kimse hiçbir şey yıkmıyor, sistemin kendi kendisini nasıl yıktığına tanıklık ediyoruz” diye kendi metruk evinde oturan Zizek’le çay içiyoruz birbirimize masallar anlatarak. “Bir toplumun sosyal vicdanı ne ise dini odur” diyen, sokakta ne varsa sen osun diyen adamlar gitti gideli, sistemler kendini bu eylemsiz yargılardan şarj ediyor belki de. Ne söylüyorsan sen osun, neyi sevmiyorsan sen osun, takıntın ne ise sen osun, sokakta ne yaşanıyorsa senin merhametin o, çevren ne kadar doğru ise o kadar doğrusun, konuştuklarının ortalamasısın… Yazma, konuşma, yap! Söyleme, ol, diyen adamlar gitti gideli, her şey tüccarların elinde!

  • Yeni bir peygamber gelmeyeceğini duyurmak isterim! Ya da daha önce söylenmemiş hiçbir şey söylenemeyeceğini…

N’psak?

Bir şeyi başkasının yaptığı gibi yapmaktan nefret etsek mesela önce. Ön kabuller üzerine oturup bir düşünsek. En azından ara sıra. İlle de Zarifoğlu gibi sevdiğimizi sanmasak akıllı telefon aşklarıyla. Heiddeger gibi var olmasak mümkünmüş gibi. Sartre gibi sancımasak çakma bir acı ile. Küçük İskender ölümlerini cümle içinde kullanarak bohem olduk saymasak. Modayı takip eden pantolonumuzla Karakoç zannetmesek kendimizi. Starbucks kahvemizle devrim konuşmasak. Villa bahçemizde egzistansiyalizm demlemesek çay tabağında. Biri bir yerde bir ayet okuduğunda arkasında para vermen gereken bir “ilim” vakfı çıkmasa bir kere de. Evita’dan ilham alıp, gold kredi kartına tav olmasak. Hep aynı biçimde kurmasak kaleleri. Evin dışından eve baksak, tarihin dışından tarihe baksak, kitabın dışından yazıya baksak, öteye gidip kendimize baksak. Tarihsel tecrübe denen şeyin çarptığı duvara çarpmasak, her gün bir daha çarpmasak, belki yeni bir “doğru” mümkün olabilirdi. Hem şimdide mümkün olabilirdi, hem şimdiye rağmen makul olabilirdi. Belki! Bilmiyorum. Tecrübesi yok ki bilgisi olsun. Tek bildiğim, her şey tüccarların elinde. Ülkeler ve sınırları, kültür ve sınırları, aşklar ve sınırları, evler ve sınırları, insan ve sınırları, her şey tüccarların elinde. Şiir bile. Büyük yalanları bile doğruladı bu tüccarlar. “Bir insanı öldürmek insanlığı öldürmek” diyen yaratıcıyı bile suça ortak edip ölümü engellemeyi değil kutsamayı mesela. Acılardan putlar yaptılar. Birileri kocaman kocaman konuştu; cennet dedi, zafer dedi. Diğeri öldü. Çocuklar öldü. Çok çocuklardı, çok öldüler. Doğruyu söyleyenler ile doğruyu olanlar da sanırım tam da burada koptu sonsuza kadar. Çocuklar bu kadar kolay ölürken ortada bir doğru kalamazdı. Çocuklar öldü tüccarlar zengin oldu.

Çünkü “doğru” da dahil tüm tanımlar hastalıklı. Sevgi saygı denilen şeyin içinde sadece yapmak istemediğin şeyleri başkası için yapmak var. Başkasını veya bir şeyi çok sevmek için kendimizden vazgeçmemiz gerektiği inancı bize edebiyatın öğrettiği en hatalı ezber. Tanrı’yı çok sevme göstergesinin acıya tahammülden geçmesi gerektiği ön kabulündeki tasavvuf kodları gibi. Oysa kendini severek sevebildiğin şeylerdir gerçek ve sayılabilir olanlar. Kalanı hezeyan! Acıya bağımlı olma isteğinin çaresiz histerisi ve geçmişin bir yerinde bu hezeyanlarla yazmış üç beş adam!

Yeni bir peygamber gelmeyeceğini duyurmak isterim!

Ya da daha önce söylenmemiş hiçbir şey söylenemeyeceğini…

İnsan aynı, Tanrı aynı, dert aynı.

Dediği gibi şairin; yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmedikçe hiçbir yere varamayacağız. Yolumuzun vardığı yer biz olmadıkça hiçbir “doğru” teselli olmayacak.