Her şey için çok geç...
Fakültenin Kadıköy istikametine dönen köşesinde bir kahvehane var. Oraya oturupkarbonatlı çaylar ve ucuz sigaralar içerek ölmeyi deniyoruz. Yaşamayı beceremiyoruzçünkü. Yani yaşıyoruz elbette, ama yaşamak bu değil.
Kültür Merkezi’nin bankosunda bilet satmak için hazırım. İki arkadaşımız kapıda biletleri toplamak için hazır. Fakat kimsecikler yok.
Bir kişi, iki kişi, üç kişi derken yavaş yavaş gelmeye başlıyor aziz fakültemizin aziz öğrencileri. 100 bin liralar birikmeye başlıyor önümde. Yedi sekiz dakika içerisinde bastırdığım iki yüz biletin tamamı satılıyor. İçeride hala 20-30 kişilik yer var. Kapıdan biletleri alıp otuz bilet daha satıyorum. Sonra bir anons yapıyorum bağırarak: ‘Oturacak yerimiz kalmamıştır, ancak basamaklarda oturup izlemek isteyenler için bilet satışımız vardır.’
310. O günün sihirli sayısı. Yani otuz bir milyon liramız var. Yani Markı ve diğer rakamları çıkardığımızda elimizde merkep yüküyle para kalıyor. Film bitince kulüp başkanı Sami abiyle bir masaya oturduk. Paraları teslim ettim. Mark için olanı ayırdı. Kalandan sekiz milyon lira sayıp uzattı. ‘Hakkındır, alacaksın’ dedi. ‘Sonraki ay bunu bir daha yapalım’ dedi. O akşam aramam gereken yeri arayıp net konuştum: ‘Yarın birlikte yemek yiyelim mi?’
Sonraki aylarda da devam etti film gösterimleri. Ta ki sansür görevinin bende olduğu o lanetli Güney Amerika filmine kadar. Filmde, sosyalist bir Nikaragualı rahibe çırılçıplak işkence yapılıyordu. Sahneyi tam zamanında sansürledim. Fakat saniyeleri biraz hızlı saymışım.
‘Olsun be. Çay var, sigara var, arkadaşlar var, şiir var. Varsın paramız da olmayıversin’ deyip bir dize patlattım ufka doğru: ‘gencim ya ben şimdi, benimle ittifak etsin tüm yangın yerleri, tüm metruk binalar’