Hemşerim, memleket nire?
İnsanın geldiği memleket veya ırkı gibi Tanrı vergisi özelliklerini onun kişilik özelliklerinin, bilgisinin, görgüsünün, ahlâkının üstüne koyduğunuz anda büyük bir adaletsizlik oluşur. Yani fıtratımızda olan, bizim seçmediğimiz ama Rabbimizin takdir ettiği şeyler ayrımcılık olarak kullanılırsa zulme yol açar.
Barış Manço’nun çok güzel bir şarkısı vardır: Hemşerim, memleket nire? diye. Şarkının nakaratı şöyledir:
- Tek bir soru: Hemşerim memleket nire?
- -Bu dünya benim memleket
- -Hayır anlamadın, hemşerim esas memleket nire?
- -Bu dünya benim memleket!
- -Tövbe, tövbe, tövbe.
Barış Manço’nun bu sözlerde ifade ettiği gibi bizde hemşerilik çok güçlüdür. “Hem-şehir” kelimesinden gelen “hemşeri,” “aynı şehirden olmak” demek. Hemşerilik elbette güzel bir şey... İnsanların birbirleriyle muhabbet bağı kurmak için hemşeriliği vesile kılmasında hiçbir beis yok. Ama bizde hemşerilik hemşericilik hâline gelmiş durumda... Artık şu ayrımları yapalım: Hemşerilik güzel ama hemşericilik kötü. Aynı şekilde tarikat güzel ama tarikatçılık kötü. Köken güzel, kökencilik kötü.
Bu hemşericilik gailesi bizde eskiden beri vardır. Bugün de devlet kurumlarında çalışanların bir istatistiği çıkarılsa, belirli bölgelerden gelenlerin sayısının normal nüfus dağılımının çok üstünde olduğu görülür. Neden? O bölgeden gelenler en zeki, en yetkin, en dürüst, en hak edenler oldukları için mi? Tabii ki değil. Bir kurumu yönetenin memleketini bildiğiniz zaman, yönettiği kurumlardaki yüksek bürokratların ve yeni alınan memurların çoğunun da aynı memleketten olacağını tahmin edebilirsiniz. Bazı grupların kadrolaşmasına dikkat çekenler nedense onları kat-be-kat aşan particiliği ve hemşericiliği gözardı ediyorlar.
Birisi bir yere mi atanacak? O kişi hemen hemşeri şebekesiyle temas eder. Şu veya bu partiyi tutsa da, dindar da dinsiz de olsa farketmez. Yeter ki o şehirden veya kökenden olan birini bulsun. Hemşeriler aracılığıyla üst yöneticilerle bağlantı kurulur. O kişinin işe alınma şansı, hemşerisi olmayana göre daha yüksektir. Hakkımızı aramak ve elde etmek için bile kanundan önce hemşeri bakarız. Günlük hayatta da bunun yansımalarını görürüz. Meselâ trafikte kural ihlâli yaparsınız. Trafik polisi sizi durdurur. Cezadan yırtmak için ona şirinlik yapmak istersiniz. İlk sorduğunuz şey nedir?: “Hemşerim, memleket nere?”
Peki bu hemşericilik hastalığı nereden kaynaklanıyor? Anlatayım... 70 sene önce taşradan büyük şehirlere göçenler gittikleri şehirlerde hemşerilerinin yaşadığı bölgelere sığındılar. Bu gecekondu mahalleleri şehre karşı bir sığınaktı onlar için... Zaten muhacirler bir şehirden veya bir ülkeden başkasına göç ettiklerinde hemşeriliğe yaslanarak o şehirde kök salmaya çalışırlar. Birbirlerine gecekondu yapımında, işe girmede, hatta evlenmede bile yardımcı olurlar. Bu hemşerilik bağı şehre yerleşen en az iki nesil boyunca yani elli sene süresince devam eder. Göçmenlerin çocukları şehirleştikçe, okuyup kariyer sahibi oldukça hemşeriliğin etkisi genelde zayıflar. Ama bizde durum öyle değil. Çünkü toplumumuzda hâlâ şehirli ve medenî bir ilişki tarzı gelişmemiştir. Bugün İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde falanca şehrin filanca köyü dayanışma derneği diye yazılı tabelalar görürsünüz. Siyasi partilerde de hemşerilik ve kökendeşlik çok öndedir.
Hemşeriler hemşerilerini kayıtsız-şartsız kollarlar. Ne yaparlarsa yapsınlar... “O hemşerimiz, asla öyle şeyler yapmaz!” derler. Gerçeği bilseler bile... Peki bu masumlaştırma çabasının, hüsnü niyetin dayandığı esas ne? Kişilik, ahlâk ve erdem değil. Hasbelkader bir şehirden veya kökenden olmak... O zaman bu bağ dayanışma ve muhabbet üreten bir unsur olmaktan çıkıp haksızlık ve zarar üretmeye başlar.
Bizde hemşericiliğin yanısıra kökencilik de bir belâ... Uzun yıllar önce Ankara’da çok büyük bir kalabalığın içinde İstanbul’dan gelen iki arkadaşla sohbet ediyorduk. O arada bir baktım ki kalabalığın öteki tarafından bir adam bize doğru kalabalığı yara yara geliyor. Adam yaklaştı, yaklaştı, en son yanımıza geldi. Beni ve diğer arkadaşı hiç umursamadan üçüncü arkadaşı selamladı ve sordu: “Merhaba. Siz falanca kökenden misiniz?” Arkadaş: “Evet” deyince bunlar kucaklaştılar, tanıştılar, söyleştiler. Meğerse o gelen adam da o kökendenmiş. İstanbul’daki bir ilçenin kaymakamıymış. Hemen birbirlerine kartlarını ve cep telefonlarını verdiler. Kaymakam, o arkadaşa: “Ne işin, ne isteğin olursa hemen beni ara, tamam mı?” dedikten sonra yine bizimle hiç muhatap olmadan geri döndü. Bu olayı hiç unutmadım. Çünkü kökenciliğin ne menem bir şey olduğunu biliyordum ama böylesini hiç yaşamamıştım.
İnsanların köken ve menşe dayanışmasını İbni Haldun üstadımız umran teorisinde “asabiye” kavramıyla izah eder. “Asabiye,” “kas, lif sinir” anlamına gelen “asab” kökünden gelir. “Asabe” masdarı ise “urgan ördü, sarmaş dolaş etti, sarmaşık gibi içiçe geçti” demektir. Asabiye bir kavmin ortak kan bağı etrafında birbirine tutunmasıdır. “Bedevî” yani kırsal asabiyenin birbirini tutması onların “medenî” gruplara, yani güç merkezini elinde tutan şehirli gruplara karşı galip gelmelerini sağlar. Bedevîler şehre gelip gücü ele geçirdikten sonra aralarındaki soy, köken ve menşe bağlılığı gevşer. Üç nesil içinde onlar da şehirli hâline gelirler. Bu kez taşradan gelen başka bedevîlere karşı zayıf düşerler. Bu merkez-taşra ilişkisi doğal bir çevrim şeklinde devam eder, gider.
Ülkemizde şehre akan kitlelerin hemşerilik, kökendeşlik, hatta siyasi görüş temelindeki davranışlarını bu asabiye kavramıyla daha iyi anlayabiliyoruz. Bugün de ülkemizde yaygın ve güçlü modern asabiyeler var. Hemşericilik, partizanlık, bölgedaşlık, okuldaşlık, klikçilik, kulüpçülük, tarikatdaşlık, cemaattaşlık gibi... Bu asabiyelerin devlette de, siyasette de, ticarette de genellikle dışlayıcı tutumları tetiklediğini görüyoruz. Giderek doğal bir birlik olmaktan çıkar ve güç merkezli bir gruplaşmaya doğru gittikleri için bütün toplumu bozan etkilere sahipler. Bizdeki muhafazakârlıkta bu gibi asabiyelerin rolü büyük. Taşra kökenli muhafazakârlar gücü tanımlarken, güce eklemlenirken, gücü sahiplenirken ve kullanırken dinimizin ilkelerinden ziyade bu asabiyelere dayanıyorlar.
İnsanın geldiği memleket veya ırkı gibi Tanrı vergisi özelliklerini onun kişilik özelliklerinin, bilgisinin, görgüsünün, ahlâkının üstüne koyduğunuz anda büyük bir adaletsizlik oluşur. Yani fıtratımızda olan, bizim seçmediğimiz ama Rabbimizin takdir ettiği şeyler ayrımcılık olarak kullanılırsa zulme yol açar. Zulüm de Allah’a karşı harp açmaktır. Bunu en iyi bizlerin bilmesi gerekirken maalesef gücü, serveti ve itibarı kullanmada haksızlığa sapıyoruz.
Çare ne? Çare, müminler olarak milliyet, köken, dil, cinsiyet gibi Hak vergisi özellikleri mutlak ve üstün görmemek... Hakkın muradını ve rızasını bütün bunların üzerinde tutabilmek... Yani çare ahlâk... Yine ahlâk, kayıtsız şartsız ahlâk...