Heidegger ve çağa güç yetiremeyen felsefe
İdeoloji ve felsefe dendiğinde akla gelen belki ilk isimdir Heidegger. Onun düşüncelerinde, savunduğu fikir ya da o an taşıdığı inanç ne olursa olsun ideoloji her zaman yer bulmuştur. Zira felsefe için "felsefenin çağına gücü yetmelidir" der. Felsefesini aktüel olana, içinde bulunduğu ana odaklayan, en azından bunu açıkça belirten filozofa rastlamak pek olası değildir. Ancak Heidegger bunu oldukça önemser.
İdeoloji kelimesi on sekizinci yüzyıl Avrupa'sında icat edilmiş bir kelimedir. Aydınlanma Avrupası bilimde, fikirde ve en sonunda sosyal hayatta yapmayı amaçladığı köklü değişikliklerin formunu oluştururken ihtiyaç duyduğu şey tam da buydu: İdeoloji.
Buram buram kilise kokan metafiziğin ve bir türlü gelenekten kopamayan felsefenin yerine, yeni dünyanın düşünce yasalarına dayanak olacak bir bilime ihtiyaç vardı ve buna ideoloji dediler. Bugün ideoloji kimine göre düşüncenin karikatürü konumundadır, kimine göre ise bir adanmışlık ihtiva eder. Saman alevi gibi parlayan hippi benzeri akımlarla bazı dönemlerde alaşağı edilmek istense de ideoloji, kendi şehitlik makamını dahi kuracak kadar kendini berkitmeyi başarabilmiştir. Özellikle monarşi sonrası dünyada kendine iyi bir konum bulan ve kalabalıklar arasında kabul gören ideoloji kavramı, yüksek düşünce ve yüksek kültür alanında ise bir türlü aynı başarıyı gösterememiştir.
Düşünür, yaşadığı zamanı da yorumlayabilen insandır. Şimdi bize düşen bu kalabalıkların gürültüsünü sessize alıp bir süredir kaçak güreşmek zorunda kalan felsefecileri ve düşünürleri yeniden sahillere indirmeyi başarmaktır.
Zamanla on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda başta Frankfurt Okulu Marksistleri olmak üzere birçok düşünür, ideoloji kavramı üzerine çalışmış ve birçoğu da ideolojiyi düşünceleri tıkamakla suçlamıştır. Kısacası Aydınlanma sonrası, düşüncenin üzerine yapışmış olan metafizik ve kilise elbisesini yok etmek için ortaya atılan ideoloji kavramı esas doğuş amacı olan felsefenin yerine geçme görevini bir türlü başaramaz. İdeoloji ve felsefe dendiğinde akla gelen belki ilk isimdir Heidegger. Onun düşüncelerinde, savunduğu fikir ya da o an taşıdığı inanç ne olursa olsun ideoloji her zaman yer bulmuştur. Zira felsefe için "felsefenin çağına gücü yetmelidir" der. Felsefesini aktüel olana, içinde bulunduğu ana odaklayan, en azından bunu açıkça belirten filozofa rastlamak pek olası değildir. Ancak Heidegger bunu oldukça önemser. Çağına gücünü yetirmek istemesinden dolayı olsa gerek, düşünce hayatı boyunca kendi içinde çok keskin görüş farklılıkları yaşamıştır.
Ayrıca birçok bakımdan kendini adadığı Alman milleti nezdinde, önemsiz bir maceracı diye anılmasına sebep olacak tercihler yapmıştır. Ömrünün ilk döneminde bireysel varoluşun sıkı savunucusu genç bir Katolik, ardından teist olmayan bir metafizikçi, daha sonra Adolf Hitler'e olan bağlılığı ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi üyeliğiyle taçlanan kolektif varoluşçu kimliğine bürünür. Tabii burada bitmez, ömrünün son yıllarında Budist ve Taocu fikirlere oldukça yakın duran görüşleri savunmuştur. Aslında yukarıda Heidegger özelinde verdiğimiz filozofların ideolojik olma durumuna başka birçok isim örnek verilebilir. Hatta metinleriyle ideolojiyi karalayan ama yeri geldiğinde Napolyon'a Mesih muamelesi yapan birçok insana rastlamak mümkün. Alman filozof Rüdiger Safranski' ye bugünün Almanya'sında yaşayan Alman filozofların ideoloji ve siyasetle olan temaslarını sorduğumda, o da genç Alman felsefecilerinin reel politiğin gölgesine sığındığından bahsetti.
Hatta bu kişileri felsefe bilmemekle suçlayan Safranski, bu genç akademisyenlerin politik doğruculuğu felsefî cehaletlerine incir yaprağı olarak kullandıklarını belirtti. Yani felsefeciler, ideolojik olana ne kadar mesafeli yaklaşsa da kendilerini bu cezbeden kurtaramamaktadırlar.
Postmonarşinin yeni monarklarının ideası olarak ideoloji, aslında bir hükmetme aracıdır. Aydınlanma sonrası yönetici sınıfının ve düşünürlerinin görüşlerini daha dar ve pragmatist bir şablonda kitlelere allayıp pullayıp sunmasına yarayan bir uğraş olarak karşımıza çıkar. Bunu yaparken de en çok edebiyattan yararlanır. Edebiyatın propagandist bir kimliğe kavuşması ve kalabalıklar için üretilmeye başlanmasıyla ideoloji özellikle roman türünün değişmez alt unsuru olmuştur.
- Edebiyat, dolayısıyla roman ideolojik salgının katalizörü olmuştur. Edebiyatın yayılmacı gücüyle artık kolaylıkla demosa ulaşan ideolojiler, bu yeni dünyanın siyasi rejimi olan demokrasi rejimine meşruluk kazandırmıştır.
Belki de felsefecilerin sürekli aşağıladıkları ancak felsefenin doğası gereği terk edemedikleri ideolojiyi zımnen fikirlerinde taşımalarının bir başka sebebi de ideolojinin bu yeni rejimle aslında o kalabalıkların felsefesi rolüne bürünmesidir. Bu yeni biçimde demokratik kamuoyu denilen mecra, herkesin cirit attığı ve sahihliğin pek de önemsenmediği bir alan olarak görülür. Öyle ki Nikolay Berdyaev demokrasi için, "Demokrasi özgürlüğü sever ama insan zihnine ya da insan kişiliğine saygı duyduğu için değil, hakikate karşı umursamaz olduğu için." der.
Hakikatin ve sahihliğin geriletildiği ve bir cümlenin kimden sadır olduğunun önemsenmeden ciddiye alındığı/alınır gibi yapıldığı yeni bir dünyada felsefeciler için yaşanan çağa dair konuşmak hâliyle kaçınılası olmuştur. Hâlbuki düşünür, yaşadığı zamanı da yorumlayabilen insandır. Şimdi bize düşen bu kalabalıkların gürültüsünü sessize alıp bir süredir kaçak güreşmek zorunda kalan felsefecileri ve düşünürleri yeniden sahillere indirmeyi başarmaktır.