Hayata çalınmış ilahi maya

Fıtratın başlangıcındaki özellikler eğer korunabilseydi insan hayatında kötülük, çirkinlik, haksızlık olmazdı.
Fıtratın başlangıcındaki özellikler eğer korunabilseydi insan hayatında kötülük, çirkinlik, haksızlık olmazdı.

İslâm’da esas olan helâllerdir. İslâm fıkhının neredeyse tamamının da “Eşyada esas olan ibâhadır.” ilkesi üzerine inşa edildiğini söylemek abartı olmaz. Hayatımızın çok büyük bir kısmını kuşatan bu önemli ilke bize, serbestlik/özgürlük alanımızın olanca genişliğini haber verir. Haramlar ise sayılı ve sınırlıdır. Dolayısıyla mükellefiyetler, emirler ve yasaklar hayatın bütününe nazaran miktar olarak çok azdırlar. Bu niceliksel azlığa rağmen hayat içerisinde bir zamana veya alana hapsedilmedikleri yani yalıtılmış ve heterojen bırakılmadıkları sürece, çoğalıp hayatın tümüne sirayet edebilme potansiyeline sahiptirler. Bu da ancak onları hayatla bütünleştirmek, içselleştirmek, onlarla hallenmek yani onları hayatın kendisi kılmak ile çok yakından ilgili bir meseledir.

Aslında hayat, tabiatı gereği bir bütündür; birbirinden bağımsız bölümlerden oluşmaz. Bu bütünü oluşturan her bir parça diğerleriyle kesintisiz bir irtibat halindedir. Bu yüzden hayat bölünmeyi, parçalanmayı kabul etmez. Çünkü hayatın hâlleri sâridir; akışkan ve geçişkendir, birbirlerini etkiler. Hâl sâridir, evet, sirayet eder. Bunun, sadece bir insanın halinin başka bir insana sirayet etmesi şeklinde anlaşılmaması gerektiğini düşünüyorum. İnsanın içinde bulunduğu hâller de kendi başka hâllerine sirayet eder. Dolayısıyla “münker” olan hâller aynı insanın diğer iyi hâllerini kendisine benzetebilir. Bu sebeple insan hayatının içerisine din eliyle ve marifetiyle bir maya olarak mütemadiyen “maruf” olan hâller serpiştirilir. Bu maruf hâllerin, az ve sayılı olsalar da insanın diğer hâllerine sirayet etmesi, onları dönüştürüp değiştirmesi hedeflenir.

Hakkıyla ifa edilen ibadetler yalnızca icra edildikleri anları ihya etmezler, bereketlenip çoğalırlar ve bütün hayata güzellik, iyilik ve doğruluk yayarlar. Burada asıl belirleyici olan nicelik ve çokluk değildir. Yapılan işin niteliği büyük bir bereket potansiyeline sahiptir. İbadetlerin içerisinde mündemiç olan, adeta sıkıştırılmış hâlde bulunan ulvi hasletler hayatın içerisine katıldığı anda çözülür ve dağılırlar. Şurada güzel ahlak olur, burada merhamete dönüşür, başka yerde adalet ve hakkaniyet olarak tezahür eder. Bir başka yerde sehavet, emanet, sadakat olarak hayat bulur. Takva, ihsan, ihlas, vefa, isar gibi yansımalarla gün yüzüne çıkar. Bu anlamıyla ibadetlere, bütün iyiliklerin, güzelliklerin yoğunlaştırıldığı, sıkıştırıldığı mükellefiyetler, hayatın içerisine katıldığı anda eriyip yayılan zarif dokunuşlar olarak bakmak mümkündür. Şurası da önemli bir noktadır, es geçilmemesi gerekir: İbadet mayası olmadan yüksek hasletlerin hayat içerisinde tezahür edebilmesi mümkün değildir. Zira bunlar kendi başlarına var olabilen ya da başka bir kaynaktan neşet edebilen, oluşabilen meziyetler olmayıp ancak ibadetlerle hayata katılabilen, varlık sahasına çıkabilen, onlara dercedilmiş dolayısıyla yalnızca onlarla hayata taşınması mümkün olan hasletlerdir. Bu yüzden görünürde bazı hareketlerden, egzersizlerden, ritüel ve şekillerden ibaret olan ibadetler hayatın içerisine katılınca, bünyelerinde mahfuz ve mündemiç olan meziyetleri adeta suyun içerisine atılmış bir karışım gibi ortaya çıkarırlar. Bu meziyetlere başka bir yoldan ulaşabilmenin de imkânı yoktur. Bundan dolayı ibadetler şekilleri itibarıyla da vazgeçilmezdir ve hayati bir fonksiyona sahiptir.

Hayatın fıtratı ile dinin fıtratı birbirine benzer. İkisinin de yaratıcısı ve belirleyicisi olan yüce Mevla’nın, birbiriyle uyum sorunu yaşayacak iki olguyu birbiriyle telif ve terkip etmemizi istemesi düşünülemez elbette. Bu, yerine getirilmesi mümkün olmayan bir teklif olurdu. Tıpkı dinde asıl olanın helâl ve mubah olması gibi hayat da bağışlanmış olan özü itibarıyla temizdir ve güzeldir. Hayatın içerisindeki kötülükler ise bir istisnadır.

Dinin insana kazandırmak istediği hasletler fıtratta var olan, onun içerisinde bulunan özelliklerdir. Dolayısıyla din, aslında fıtrata bir çağrıdır ve bu anlamıyla dine dönüş fıtrata dönüş demektir. Fıtratın başlangıcındaki özellikler eğer korunabilseydi insan hayatında kötülük, çirkinlik, haksızlık olmazdı. Ne ki fıtrat dışarıdan temasa ve saldırıya müsait olduğu için zaman içerisinde dış unsurlardan etkilenir ve o saf özünden uzaklaşır. Bu yüzden din, öncelikli olarak fıtratta var olanları geri getirmek/çağırmak, sonrasında da onları korumak ve insanda bir melekeye dönüştürüp kalıcı kılmak ister. İbadetlerdeki devamlılık ve istikrarın, önce o yüce meziyetleri kazandıracağını, sonra da koruyacağını ve sürekli hâle getireceğini söylemek mümkündür.

Dinin getirdiklerini insanın kolayca kabullenip benimsemesinin en önemli sebebi, fıtri olarak onlara aşina olmasıdır. Çünkü bunlar başlangıçta onun hafızasında ve hikâyesinde bulunan, sonra da bir şekilde unutup uzaklaştığı güzellikler ve özelliklerdir. İbadetler bu yönüyle bir ipucu, hafızaya çağıran bir hatırlatıcı görevi görürler. Dolayısıyla insan, onlarla çok hızlıca ülfet oluşturur ve ünsiyet kurar. Onlara aşinalık kesbetmede hiçbir sıkıntıyla karşılaşmaz.

Aslında din, insan hayatına çalınmış ilahi bir mayadan ibarettir. Dinin amir hükümleri olan ve hayatın içerisine serpiştirilen ibadet ve mükellefiyetlerle hayatın tümüne dinin kokusunun ve renginin verilmesi hedeflenir. Bundan dolayı mükellefiyetler için dinin hayatla belirli aralıklarla ama doğrudan kurduğu temas alanlarıdır, demek mümkündür.

Basit bir örnek üzerinden meseleyi biraz daha anlaşılır kılmaya çalışalım. Yediğimiz bir lokma yemeğin vücudumuzda temas ettiği alan belirli ve sınırlıdır. Takip ettiği güzergâh da vücudun içerisinde çok küçücük bir alanı kaplar. Buna rağmen onun sonucunu vücudumuzun her tarafında görür ve hissederiz. Vücudumuza enerji olur, canlılık verir, kan olur, dirilik olur. Hatta neşe olur, ruhumuzu, kalbimizi ve duygularımızı besler. Halbuki o gıdanın, canlılık verdiği organların hiçbirisi ile direkt bir teması olmaz. İşte tam olarak bunun gibi ibadetler de belirli anlarda ve zamanlarda icra edilir, hayatın içinde kapladıkları zamanlar sınırlıdır ama sonuçları hayatın tümünde merhamet, adalet, emanet, güzel ahlak olarak yansımasını bulur.

Burada maya tabiri gelişigüzel kullanılmış değildir elbette. Zira maya olgunlaşmış olmasının sonucu olarak kendisinden kat kat büyük kütleleri kendisine benzetebilme kabiliyetine sahiptir. Allah Teâla din vasıtasıyla ve dindeki mükellefiyetler/ibadetler yoluyla hayata direkt bir müdahalede bulunur. Bu müdahalenin çalınan bir maya gibi hayatın bütününe kokusunu, rengini ve tadını vermesini ister. Mayanın mayaladığı bütüne oranı ile dinin emir ve yasaklarının yani mükellefiyetlerinin bütün hayata oranları birbirine benzerdir.

Maya, olgunluğu oranında mayaladığı kütleyi de olgunlaştırır, dönüştürür. Dolayısıyla kütlenin kalitesi ve olgunluğu mayanın olgunluğuyla çok yakından ilgilidir. Aynı şekilde hayatın tümü içerisinde az ve sayılı olmakla birlikte dindeki mükellefiyetler de hakkıyla ifa edildiklerinde hayatın tümünü kendi manasıyla boyayabilme potansiyeline sahiptir. Dinin hayata girişi baskıcı, metazori, tepeden inme bir giriş, bir müdahale değildir. Mayanın çalındığı kütleye sirayeti gibi narin, ince ve tabii bir akışkanlık şeklinde hayata girer. Ona siner adeta.

Mayanın istenen ve hedeflenen neticeyi verebilmesi için belirli bir bekleme süresine ihtiyaç duyulur. Çalınan mayanın tutması ancak bu bekleme süresine riayet etmekle gerçekleşir. Bunun gibi mükellefiyetlerin de ancak devamla, istikrar ve ısrarla insan hayatına yön verip değiştirme ve dönüştürme gücüne ulaşabildiklerini söylemek mümkündür.

Mayanın keyfiyeti mayaladığı alanın keyfiyetini belirler. Onun niteliği neyse temas ettiği kütle de o niteliğe bürünür. Dolayısıyla ibadetler de keyfiyetleri miktarınca hayatı düzenleyip dönüştürür. Lalettayin, baştan savma, hissedilmeden, hakkı verilmeden icra edilen ibadetler, hayata değer katma noktasında belirgin bir etkiye sahip olamazlar. Bu tür ibadetlerin hayata etki etmede yetersiz kalacakları aşikârdır.

Bu arada hayata zehirli mayalar da çalınabiliyor. Dolayısıyla bu kötü, münker olan hâllerin maya tutmaması, hayatın bütününe sirayet etmemesi için maruf ve iyi olan hâllerin belirli periyotlarla hayata çalınması gerekiyor. Böylelikle masivadan, insanın hayatla karşılaşması ve teması sonucu kendisine bulaşma riski bulunan kötülüklerden, zehirlerden adeta ibadetler panzehri ile önlem alınmış olur.

Meselenin özü şudur: Din ile hayat birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Din mükellefiyetler yoluyla ve ibadet formlarıyla bu birliği tesis etmeyi amaçlar. Küçük ve narin dokunuşlarla hayatın tümünü anlamlandırmak ister. Aynı zamanda o dokunuşların hayatın kılcal damarlarına kadar sirayet etmesini hedefler. Dinsiz bir hayat sadece anlamdan mahrum kalmaz, iyilikten, güzellikten ve doğruluktan da nasipsiz kalır. Aynı şekilde hayatsız bir din de muallakta kalır, ayakları yere basmayan ütopik bir mesele olarak zihinlerde yaşar. Bu da hayatı hayat olmaktan, dini de din olmaktan çıkarır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım