Halide Edip Adıvar: Sinekli bakkal

Arşiv
Arşiv

Din ve musiki konularındaki sohbetler, eseri Doğu ve Batı karşılaştırmaları ile o devre kadar Türk romanında pek de işlenmeyen bir ufka yükseltir.

Mahalle

Türk edebiyatının en meşhur mahallesi neresidir diye soracak olursanız, buna hiç çekinmeden Sinekli Bakkal cevabını verebilirim. Halide Edip Adıvar’ın da bir zamanlar yaşadığı ve gözlemlerini, hatıralarını işleye genişlete romanına bir dekor olarak seçtiği yer, günümüzde Aksaray’da Kâtip Muslihiddin Sokağı’dır. Roman, olayların geçtiği bu merkezi mekânı gözlerimizin önüne getirecek şekilde başlar. Suriçi’ni derinden bir kavrayışla gözlerimizin önüne getiren bir yol çıkar okurun önüne. Dar bir sokak, evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar. Karşıdan karşıya birbirinin üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman saçakları. Sokağın yanları her zaman serin ve loş. Köşenin başında durup bakarsanız, her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıklarını görürsünüz. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil… Gaz sandıklarında öbek öbek yeşil fesleğen... Ta köşede bir mor salkım çardağı, altında civarın en işlek çeşmesi. Bütün bunların arkasında tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince bir minare. Arada dikişlerini bırakır, pencereden bağıra bağıra dedikodu yapmaya teşne kadınlar, ayağı takunyalı, başı yazma örtülü, eli bakraçlı… Saçları iki örgülü kız çocukları kapı eşiklerinde sakız çiğner; çakşırı yırtık, yalınayak, başıkabak oğlanlar kırık taşlar arasındaki su birikintileri etrafında çömelmiş, kâğıttan gemi yüzdürürler. Mahalleli orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Geçen yüzyılın tanıdık simaları...

Mahallenin imamı İlhâmi Efendi’nin kızı Emine, babasının itirazına rağmen kafasına koyduğunu yapar ve orta oyuncu Tevfik’le evlenir. Babası da Emine’yi evlatlıktan reddeder. Orta oyununda zenne rolünü oynadığından “Kız Tevfik” unvanıyla meşhur olan kocası, yeni hayatına uyum sağlamaya çalışır, bir bakkal dükkânını işletmek ister fakat bu işi bir türlü benimseyip yapamaz. Evlilikleri dağılır. Emine, baba evine dönmek zorunda kalır. Emine’nin Tevfik’ten olan kızı Rabia, dedesinin evinde büyür. Dini gün ve gecelerde mukabele ve mevlid-i şerif okuyan bu genç ve güzel kızın şöhreti git gide İstanbul’un konak ve köşklerine yayılır. Zaptiye Nâzırı Selim Paşa’nın karısı Sabiha Hanım, Râbia’nın sesine hayran kalır ve ona Mevlevî şeyhi Vehbi Dede’den musiki dersleri aldırır. Paşanın oğlunun piyano hocası İtalyan asıllı Peregrini, bir vesile ile onun sesini dinler. O da Rabia’nın hayranlarının arasına katılır.

Romanın güzel taraflarından biri, Türk romanları içinde bir mahalleyi merkeze alarak kurmacanın başlaması ve buradan kurgunun ilerlemesidir. Bunda Halide Edip’in içinden çıktığı eski kültürün payı da şüphesiz çok önemlidir. Eski zaman kırıntılarıyla romanın aktüel zamanına yansıyan hatıra parçaları, mahalledeki insanların hal hareket ve tavırları, dedikoduları, mahallenin ortaklaşa oluşturduğu harmoni ve çatışma, son derece manidar bir şekilde onun romanlarında sıkça görülür. Yazarın doğup büyüdüğü sokaklar, oradaki insanlar ve hayatlar biraz da onun hayatına eklendikleri için edebiyat eserlerine malzeme olurlar. Onu kurmacanın sihirli kabına titizlikle döküp maharetle karıştıranlar, ondan farklı bir tat ve çeşni de yaratabilirler. Bu açıdan bakıldığında romanların parça parça sahneleri mahalle sayesinde birbirine görünmez ilmeklerle düğümlenir ve kahramanların hayatları, kaderin cilveleri, kurgunun imkânları ile bir anda zihnimizde bambaşka bir evren yaratmasının merkez noktası olur.

Mahalle, Osmanlı’nın son devirlerindeki romanlarda kahramanların doğal havzasıdır. Aslında insan, yaşadığı mahalleden, sokaktan etkilenir, onunla kendi hayatını, kültürünü, dünya görüşünü mayalar. Hayatın sert fırtınalarına karşı derinlere saldığı kökler sayesinde dik durabilecek çınarlara bile benzetebiliriz onu. Bu yüzden romanın “demir leydisi” olan Rabia, doğup büyüdüğü ve onu o hale getiren mahallesinden ayrılmak istemez. Sinekli Bakkal ona, aşkından da hatta dininden de kuvvetli görünür. Rabia, oradan köklerini koparsa, köksüz bir ot gibi kuruyacağını sanır. Onun varlığı, orayı dolduran insanların dayanışması ile anlam kazanır. Romanlar da bu türden görünmez anlamları zihinlerde somutlayarak var olurlar.

Piyano

Batı medeniyeti ve musikisinin Türk romanındaki en işlevsel aletlerinden biri piyanodur. Onun sembolik anlamları, içinden çıkıp geldiği medeniyeti, kültürü, yaşama pratiklerini başka bir toplumda görünür kılar. Piyano, Tanzimat ve Servet-i Fünûn romanlarında, Batılı bir hayat yaşama özlemi içinde çırpınan kahramanların arzu yanardağlarına benzetilebilir. Hayat, aşk, özlem, entrika, hülasa varlık ve yokluk hep onun etrafında, onun içinde bulunduğu mekâna verdiği Batılı şekille ve kımıl kımıl olan Batılı hayat sahneleriyle doludur. Yabancı hayatlar, romanlarda sahnelenen Osmanlı’nın doğasına onun sayesinde monte edilir. Bu yüzden ilk dönem Türk romanlarının ev içlerinde, Tanzimat’tan itibaren karşımıza çıkan piyano, bir Batılı rüya kurmanın en dikkat çekici nesnesidir. Piyano, o kadar büyülü bir nesnedir ki onu örneğin Mehmet Rauf’un Eylül romanından çıkarsak kurmaca büyük oranda yaralanır, kurmacanın önemli sahnelerinin birbirine eklendiği hatta lehimlendiği yerler bir anda yıkılır gider. Aynı şeyi Sinekli Bakkal için de söylemek mümkün. Kurmaca orada dallanıp budaklanır, Rabia’nın sesi onunla sınanır, karşıtlıklar onunla anlam kazanır… Rabia’nın dünyası da piyano öğretmeni Peregrini, onu var eden kültür ve Vehbi Dede’nin varlığı ile anlam kazanır.

Nesnelerin kendine has sistemleri vardır. Batılı hayatı ve medeniyeti temsil eden bu türden sembol nesneler, romanların kurmaca evrenlerine etkilerini bir şimşek etkisiyle boşaltırlar. Bu etki, kurmaca mekânların zihinlerdeki yaratılma süreçlerine de tesir eder. İçinde piyano olan bir ev, aktüel zamandaki diğer evlerden bir anda ayrılır. Orası iktisaden zengin, şeklen Batılı tarzda döşenmiş, zihnen Doğu ve Batı medeniyetlerinin karşı karşıya geldiği bir çatışma yahut karşılaşma alanıdır. Onun mekânı aşan anlamları, nesnenin kendi sistemiyle romanın dekorunu oluşturur. Mesajı üzerinde okuru düşünmeye sevk eder. Piyanonun romanlarda evlerin en görünür yerine ve belki de başköşesine yerleştirilmesinin makul gerekçesi vardır. Tıpkı günümüzdeki “büyük sanal kapılmanın” merkezi olan televizyonun oluşturduğu girdaplar gibi piyano da romandaki evreni mekânın tam ortasında, yani çekim noktasında yaratır.

Roman, Rabia ve Peregrini’nin birbirlerini tanımaları ve evlenmeleri ile farklı bir boyuta evrilir. Din ve musiki konularındaki sohbetler, eseri Doğu ve Batı karşılaştırmaları ile o devre kadar Türk romanında pek de işlenmeyen bir ufka yükseltir. Roman, Türk edebiyatında Doğu- Batı çatışmasına Halide Edip tarafından tutulmuş bir ayna gibidir. Doğu gönül, Batı akıldır. Romanda çeşitli ikilikler sıralandıkça kurulmak istenen karşıtlıklar da cevaplarını bulur. Doğu, eninde sonunda Batı’nın hissiz, aşksız, mekanik taraflarını yenecektir.

Piyano Batı’yı sembolleştirir. Onun karşı kutbunda Rabia’nın “saf”, “yalansız” ve “samimi” dünyasını sembolleştiren “mevlid” ve o medeniyetin neşvesi olan klasik musiki ile Vehbi Dede yer alır. Rabia ve Peregrini, musikiye bakışları bağlamında da çatışırlar. Bu çatışmada safların güç dengeleri hiç de eşit değildir. Romandaki diğer kahramanlar da piyanoyla belirginleşen medeniyet ayrımında yerlerini alırlar. Selim Paşa, devlette kudretli bir paşa olmasına rağmen evinde meydana gelen değişime müdahil olamaz. Örneğin paşanın hareminde bir kandil gecesi piyano çalınır. Bu nesnenin kendi doğal medeni sistemiyle romanda temsil edildiğine güzel bir örnektir. Paşa, mukadder sonuna adım adım yaklaşır. Oğlu Hilmi, “halkın tembelliğini”, “uyuşturucu kanaatini”, “yüksek sınıfların boş ve düşük bir sefahate dalmalarının” sebebini “inleyen” ve “ağlayan” Doğu musikisinde boşuna bulmaz. İçinde yaşanan medeniyeti hazmedemeyen, onunla çatışan her şeye taraflı bakan bir bilinç, kaybettiğinin farkına bile varamaz. Hilmi gibilerin aşağılayıcı tavırları, Batılılaşma arzusuyla yanıp tutuşan Tanzimat neslinden gelen tuhaf bir mirastır. Bu varisler, sahip oldukları nesnelerin daha sonra kendilerine nasıl sahip olduklarını pek de fark etmeden, bir uyurgezer gibi yaşar giderler yeryüzünde…