HAKİKATE PERDE OLMAK

HAKİKATE PERDE OLMAK
HAKİKATE PERDE OLMAK

Mutlak ve aşkın olana, sınırlı ve noksanlıklarla malul olan aklımızla erişebilmenin imkânsızlığını en başta aklımız itiraf edecektir. Çünkü insanın aklı en fazla gördüğüne, duyduğuna, dokunduğuna, yani deneyimleyebildiği alanlara erebilir. Bunun ötesini ise ancak hayal edebilir.

Hakikat nedir? İnsanoğlunun bu sorunun nihai bir cevabına ulaşabilmesi mümkün müdür? İnsanlık tarihi kadar eski olan bu sorulara aklımızla tatmin edici cevaplar bulabilir miyiz? Bu çerçeve içinde daha başka sorular da sormak mümkün. Sorular çoğaltılabilir ama tüm cevapların hep bir kısır döngünün, insan olma sınırlılığının ve imkânının içinde kalacağı da muhakkaktır. Mutlak ve aşkın olana, sınırlı ve noksanlıklarla malul olan aklımızla erişebilmenin imkânsızlığını en başta aklımız itiraf edecektir. Çünkü insanın aklı en fazla gördüğüne, duyduğuna, dokunduğuna, yani deneyimleyebildiği alanlara erebilir. Bunun ötesini ise ancak hayal edebilir, ona dair bazı tezler, iddialar ve tahminler öne sürebilir. Duyu organlarıyla temas ettiklerinden yola çıkarak temas edemediklerine dair bazı çıkarımlarda bulunabilir. Bunun da ne kadar sıhhatli bir yol olduğu tartışmaya açıktır. Görmediği, ihata edemediği bir varlığı tüm boyutlarıyla kuşatabilmesi, hakkıyla kavrayıp tanımlayabilmesi ise hiç şüphe yoktur ki muhaldir. Bu sonuca da yine kıt aklımızla ulaşabilmek mümkündür.

Hiç kuşkusuz insanoğlu dünya yolculuğunda hakikatin bazı veçheleriyle yüz yüze gelebilir. Zaman zaman fizik dünyanın dar sınırlarının ötesinden kokular alabilir. Keşif, ilham ya da benzer yollarla kendisine açılan bu kapılar, sonsuz büyük bütünden bir parça, bir iz, bir boyuttur ancak. Ama o kadarı bile onu sarhoş etmeye yetecektir. Çünkü ona önüne açılan daracık pencere, sonsuzluk hakkında bazı ipuçları vermektedir. Kendisine hayret ve hayranlık veren küçücük parça, sınırsız bütüne dair bir şeyler ihsas etmektedir. Denizden bir damladır elindeki, evet, ama denizin azameti ve ihtişamı hakkında bir fikir sunmaktadır. Bundan dolayı teslimiyeti artar, acziyetini itiraf edip sınırını görür ve orada durur. Haddini bilir ve onu aşmamaya özen gösterir. Evet, bir lütuf ve ikrama nail olmuştur, sonsuzluk denizinden bir katre de olsa payını almıştır ama bütünün karşısında erişebildiğinin, ulaşabildiğinin ne kadar az ve sınırlı olduğunun da bilincine ermiştir.

Belki de şöyle söylemek mümkün: Hakikatten -çok cüzi bir miktar da olsa- nasiplenenler ondan hiçbir pay almayanlara göre daha geride dururlar. Bu nasipliler temkin halindedirler daima. Bir nevi boylarının ölçüsünü almış, hiçliklerinin farkına varmışlardır. Tattıkları, zevk ettikleri daha fazlasına ve ötesine ulaşmaya onları teşvik etmiş, kamçılamıştır ama bu aynı zamanda tahayyül ve tasavvur edemeyecekleri büyüklükte bir kudretle karşı karşıya olduklarını da onlara göstermiştir. Bundan dolayı bir taraftan mutlak olanla kısmi temaslarının baştan çıkarıcı güzelliği ile meşgul olur, öte yandan kuşatabilmelerine imkân olmayan bütün hakkında konuşmaktan da özenle kaçınırlar. Varlık karşısındaki iddiasızlıkları bundandır belki de. Ama o sonsuz ummanla az ve sınırlı da olsa bir temas kuramayanların ise daha cesur ve pervasız oldukları müşahede edilir çoğunlukla. Aslında bu durumun bütüne dair hiçbir fikirlerinin olmamasından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Neyle karşı karşıya olduklarını bilmeyenlerin rehavetidir bu, hakikatte.

Hakikati bir nebze de olsa zevk edenlerin önündeki en büyük tehlike ise kendilerine sunulan küçük parçayı eksiksiz bir bütün ve tam olarak görme yanılgısıdır. Hakikatin bir parçasını, bir cüzünü hakikatin tamamı olarak görmek yani. Acizane kanaatim, insanoğlunun dünya yolculuğundaki en zor dönemeçlerden birinin bu olduğu yönündedir. İnsanın sapmasının, şaşırmasının en büyük sebeplerinin başlarında da bu gelmektedir. Ağzına çalınan bir parmak balla sarhoş olup kendinden geçmektir bu. Bir tarafıyla sarhoşluktur ama bir tarafıyla da tekebbür halidir bu. Oysa güneşin milyarlarca milyarlarca ışınından bir ışınla muhatap olmuşlardır yalnızca. Hepi topu devasa büyüklükteki güneşi bir açıdan görmüşlerdir sadece. Yanılgı, bulundukları yerde kendilerine görünen ışından yola çıkarak -buna kanarak da diyebiliriz- güneşi sadece kendi açılarındaki ışından, kendilerince görünen kısımdan ibaret sanmaktır. Oysa her ışın, parıltı güneştendir evet ama hiçbirisi güneşin kendisi ve tamamı değildir. Ya da şöyle diyelim: Güneş insanın sayamayacağı, matematik bilgimizin altından kalkamayacağı kadar farklı açılardan ışınlar saçar ama güneş bunların toplamından da çok daha fazlasıdır. Elbette insanın güneş karşısındaki konumu özeldir. Her insan tekinin güneşle muhatabiyeti biriciktir. Bu açıdan her bir açının ve ışının kendine göre özel bir değeri vardır. Bu doğrudur ve değerlidir kuşkusuz. Sorun, insanın bir açıdan aldığı bir ışığı güneşin tamamı sanma gafletinde ve hadsizliğinde bulunmasıdır. Bunların kendileri, nefisleri hakikat ile aralarında perde olmuştur artık. Kendilerini aradan çıkarmadan hakikate doğru yolculuklarını sürdürebilmelerine imkân bulunmamaktadır.

Hakikate dair bize eksiksiz bilgi veren mutlak hakikatin menbaından beslenen peygamberlerdir. Onlar mutlak olanla daimî bir temas halinde olduklarından akli ve kesbi bir yolla değil mutlak hakikatin kendisinden yani doğrudan bize haber vermektedirler. Onların bilgisi tecrübi olmadığı için başka insanların akıllarıyla ulaştıklarının çok ötesinde ve üstündedir. Onların hayretinin büyüklüğü de bundan. Onların hayranlığının sürekli artması bu sebeptendir. Peygamberler tam da bu yüzden insanlık için bir rahmet vesilesidirler. Onlar müşahede ettikleri kudretten, mezun oldukları kadarını bizimle paylaşarak, aklın durduğu, muhayyilenin yetersiz kaldığı yerin ötesine dair bize kapılar açmışlardır. O kapılar aynı zamanda insanlığın nefes aldığı, fiziğin dar hapsinden çıkabildikleri kurtuluş yolları olmuşlardır. Onlara minnet borçluyuz. Varlıkları nimet ve rahmettir bizler için.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım