Gönüllü köleler

​ Gönüllü köleler
​ Gönüllü köleler

Hâlide Edib, 1909’daki İttihatçı karşıtı isyan sırasında çocuklarını alıp Amerikan Koleji’ne sığınır. Tanzimat’tan itibaren başı sıkışınca veya görevden alınacağını öğrenince doğruca İngiliz, Fransız veya Amerikan elçiliklerine veya bu ülkelere kaçıp sığınanlardan birisidir. Bu gelenek günümüze kadar devam edip geldi.

Behind Turkish Lattices yani Türk Kafeslerinin Arkasında, Hester Donaldson Jenkins tarafından 1911’de Londra’da yayımlanmış bir hatırat... Jenkins, Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde 1900-1909 arasında öğretmenlik yapmış birisi... Bu okul, bir Amerikan misyoner okuludur. Amerikalı misyonerlerin yurtdışında kurdukları ilk okul ise bir erkek koleji olan Robert Kolej’dir.

Kitap, bu Amerikalı kadının Osmanlı ve Osmanlı kadınları üzerine gözlem ve düşüncelerini aktarıyor. Ona göre en eğitimli Osmanlı hanımları Fransız, Amerikan ve İngiliz misyoner okullarından yetişenler. O dönemde misyoner okullarına daha çok azınlık öğrencileri devam ediyor. Müslüman ailelerden az sayıda öğrenciler okuyor. Yazar, 1908 ihtilalinden sonra Müslüman çocukların misyoner okullarına rağbet ettiğini anlatıyor, özellikle paşa kızları ve oğullarının. Bunların arasında Tevfik Fikret’in öğretmen olduğu Robert Kolej’de okuttuğu ve mezuniyetinden sonra papaz olan oğlu Haluk da var...

Osmanlı’nın son döneminde her yerde, şehirlerde ve kasabalarda binlerce misyoner okulu açılmıştı. Fransız, İngiliz, Amerikan, İtalyan, Avusturyalı, Alman, Bulgar, Rus, aklınıza kim gelirse... Bunların çoğu Abdülmecid ve Abdülhamid döneminde açılmıştı. Unutmayın, bu okullar devlet müsaadesiyle açılıyordu. Yani bugün “halife” veya “ecdat” diyerek övülen kişilerin... Bu toptan övücülüğün ne kadar yanlış olduğunu en azından misyoner okullarının açılış tarihlerine bakarsanız anlayabilirsiniz. Geçmişi veya geçmişteki kişileri toptan överek ne onları doğru anlayabiliriz, ne de günümüze doğru örnekler alabiliriz.

Kitapta o dönemde zengin Osmanlı ailelerinin hayatlarına dair ayrıntılar buluyoruz. Avrupalılar gibi giyinen, evlerini Avrupalılar gibi dekore eden, yabancı yayınları büyük bir hayranlıkla takip eden bir çevre var. Hatta yazar, bir Osmanlı erkeğinin “durmadan Allah Allah diyen” Müslüman bir kadınla evlenmek yerine bir Fransız kadın ile evlenmeye karar verdiğini aktarıyor. 1908’den sonra pek çok kadının peçelerini atarak sokağa çıktığını ekliyor.

Kitapta meşhur yazar Hâlide Edib Adıvar’dan da bahis var. O sıralarda Hâlide Edib, Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde okuyor ve Jenkins’in talebesi. Jenkins onu yere göğe sığdıramıyor. Hâlide Edib, bu okuldan mezun olan ilk Müslüman talebe. Kitapta alıntılanan bir yazısında Hâlide Edib, okulundaki Amerikan misyonerlerini şöyle övüyor: “Siz kadınları onurlandırdınız. Evet, siz öğretmenler kendi memleketinizi ve halkınızı bu hürriyetsiz ve kıymetsiz ülkeye gelmek için terk ettiniz. Tevazu içinde en güzel yıllarınızı feda ettiniz. Eğitim ve kültür için mücadele vererek Osmanlı topraklarına, Osmanlı medeniyetine ışığı getirdiniz. (...) Sizin sınıflarınızda bana açılan büyük duygular, kütüphanelerinizde keşfettiğim fikirler bana insanlar arasında ırk, sınıf, mezhep veya din bakımından bir fark olmadığını gösterdi.”

Dikkat ediniz, Hâlide Edib’in övdüğü bu ülkeler aynı devirlerde dünyanın büyük kısmını sömürgeleştirmişlerdi. Deri rengine göre insanları insan yerine koymuyor, onları köle olarak kullanıyor, aynı kilisede, otelde, hatta aynı taşıtta beraber olmuyorlardı. Hatta bir zencinin bir beyazın yüzüne başını kaldırıp bakması bile yasaktı. Hâlide Edib belli ki kendisine okulda yapılan propagandadan dolayı bu gerçeklere sırt çevirmiş.

1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde Hâlide Edib 24 yaşındadır. İngiliz The Nation gazetesine bir yazı göndermiş. Jenkins kitabına bu yazısından bir kısmını almış: “Bizde büyük ve özgürlükçü fikirleri savunan kadın nesli eğitimli bir azınlıktır... Bu azınlık Anglo-Saksonların dünya medeniyetinde yüce ve ahlâkî bir üstünlüğe sahibi olmasının sebebinin onların kadınlar ve ev ile ilgili kutsal fikirleri olduğunu anladılar.” Ne? Anglo-Saksonların ahlâkî üstünlüğü mü? Bu yazının üzerinden daha 10 yıl geçmeden aynı “Yüce” İngilizler, Fransızlar ile beraber Hicaz’dan Kudüs’e, İstanbul’a kadar bütün memleketi işgal etmişti. Ne? İngiliz ve Amerikan toplumlarının kadınlar ile ilgili kutsal fikirleri mi? Hâlide’nin “kadını yücelten” İngilizler için sarf ettiği bu sözlerin de gerçekle bir ilgisi yok. Meselâ aynı zamanlarda İngiltere’de “wife selling” denen bir uygulama var. Yani “karısını satma.” Borçlu erkek, borcunu ödeyemediği zaman karısını açık artırmaya çıkarıp onu satar veya alacaklı adama borcu karşılığı verir. Bu açık artırmaları gösteren gazete kupürlerini internetten araştırınca görürsünüz.

Hâlide Edib’in yazısı şu cümlelerle devam ediyor: “Günümüzde Türk basınında Türk kadınının konumu ile ilgili hararetli bir tartışma devam ediyor. Bazı kadınlar devrimden sonra öğrenme hakkını ve eşleri ile birlikte çalışma hakkını talep etmeye başladılar. Bu kadınların gelecekte ne olacakları, alacakları eğitime bağlı.” Sonra ekliyor: “Bütün Türk kadınları adına İngilizce konuşan ülkelerdeki kadınlara seslenmekten dolayı çok mutluyum. Gelecekte kuracağımız kız okullarında İngiliz etkisinin ve İngiliz dilinin öne çıkması için büyük çaba harcıyoruz. Daha medeni bir kadınlık için, bu kadınların özellikle İngiltere ve Amerika’ya çağrısı şudur: Gidiniz ve vahşileri eğitiniz, onların yaşadığı yıkıntıları ziyaret ediniz. En korkunç açlık olan bilgi açlığını çeken ülkemize geliniz. Buraya geliniz ve cehaletin kara bulutlarını dağıtınız. Cehaletin esaretinden kurtulmak için elimizden gelen her çabayı gösteriyoruz. İngilizlerin Türkiye’de her yerde okullar açması Türk annelerini mutlu edecektir. Bizim istediğimiz Anglo-Saksonların verdiği gibi sade, sağlıklı, insani bir öğretimdir. Bize kendi ciddi büyük kadınlarınızın canlı örneklerini veriniz... Ekmekten ve sudan daha fazla, başka ihtiyaçlardan daha fazla bilgiyi ve sağlıklı Anglo-Sakson etkisini istiyoruz.”

Bunları yazan Hâlide Edib, 1909’daki İttihatçı karşıtı isyan sırasında çocuklarını alıp Amerikan Koleji’ne sığınır. O da Tanzimat’tan itibaren başı sıkışınca veya görevden alınacağını öğrenince doğruca İngiliz, Fransız veya Amerikan elçiliklerine veya bu ülkelere kaçıp sığınanlardan birisidir. Bu gelenek günümüze kadar devam edip geldi. Hâlide Edib, sonraki dönemde Amerikan ve İngiliz okullarının ne yapması gerektiği konusunda onlara fikirler verir. Kurtuluş Savaşı’nın başında İsmet İnönü gibi Amerikan mandasını ister.

Bizde kendini vahşi, Batı’yı medenî gören bir tek Hâlide Edib değildir. O, misyonerlerin amaçladığı tipte yetişen kişilerden sadece birisidir. Sonrasında da bu gönüllü köleliği yüceltenler olmadı mı? “Küçük Amerika” olmaya çalışanlar, başı sıkışınca Batılı ülkelerden medet isteyenler, Amerikan büyükelçiliğinin istediği bakanları ve generalleri göreve atayanlar, ABD’nin emriyle darbe yapanlar, parti kuranlar olmadı mı? Onlarca yıl ülkemizde “komünizm karşıtlığı” adı altında Amerikan çıkarlarına destek veren “milliyetçi-mukaddesatçılar” olmadı mı? Batı’ya karşı durduğunu iddia edenler bile Batılı siyasetçilerin küçük sahte bir övgüsünü bile kendilerine referans yapmıyorlar mı? Hatta bazı muhafazakârlar Peygamber Efendimizi güya öven Batılı isimlerden alıntıları kendilerine dayanak kılmıyorlar mı?

Uzun lafın kısası, son iki asırlık tarihimiz Batı’ya sağdan ve soldan yamanmakla geçti. En solcularımız onların zevkine uygun romanlar yazıp ödüller aldılar. Kendi halklarını ve dinlerini aşağılayanlar oralarda el üstünde tutuldu. Uzun yıllar Batıcılar, Batılı hangi isim neyi öne sürmüşse onu tekrar edip durdular. Şimdi de sıra muhafazakârlarda. Onlar da iman ehli âlimler ve düşünürlerden çok Batılı isimleri felsefe modası, psikoloji modası, bilimcilik modası diyerek yüceltmeye devam ediyorlar.

Hep söylüyorum: Bizde bir Batı sorunundan çok bir Batı takıntısı var. O yüzden bizdeki Batıcılar da, muhafazakârlar da gerçek Batı’yı pek bilmezler. Her iki güruhun kafalarındaki Batı ile gerçekteki Batı birbirinden çok farklıdır. İkisi de işlerine gelen bir Batı’dan bahsedip dururlar. İkisinin de Batı’ya karşı aşağılık kompleksi bitmiyor. Son iki asrımızı ve kişiliğimizi bu kompleks ve takıntı yedi bitirdi. Kendimiz olmakta çok geç kaldık.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım