Gölge günü: İrem şehrine doğru bir garip yolculuk

Âd kavmi uğultulu, azgın bir kasırga ile helâk edilir. Felâket, yedi gece, sekiz gün devam eder.
Âd kavmi uğultulu, azgın bir kasırga ile helâk edilir. Felâket, yedi gece, sekiz gün devam eder.

Âd Kavmi'nden bahsederken, Araplar'ın, bu kavmin adına atfen her kadîm ve eski şey için "âdi" kelimesi kullandıklarından bahseder. Sahipsiz ve bakıcısı olmadığı için boş bırakılmış̧ toprağa "Âdiyy-ül Ard" denilmesinin kökeni de Âd kavmine dayanır.

Kader, bazıları için anlamı fazla abartılmış beş harfli bir kelimeden ibarettir. Oysa kolumuzdaki saat durdu diye zaman da akışını durdurmadığı gibi; kader de biz onu yok saydık diye, ağlarını örmeyi bırakacak değil. Getirdiği yemeği beğenmeyip elinde büyüdüğü bakıcısını afiyetle midesine indirmiş nice aslan ve kaplanı; yediği dayaklar canına tak edince sahibinden intikamını feci bir şekilde almış nice kindar deveyi, inatçı eşekleri ve asabi filleri saymazsak, şu dünyada, birkaç sirk hayvanı dışında neye sözümüz geçmiş ki? Heyhat, cüzzamı, kızıl ölümü ve karahummayı insanlık tarihinin o şanlı sayfalarına gömmüştük gömmesine de hastalık denen o illet, Orta Çağ'a ait modası geçmiş kıyafetlerini bir köşeye atmıştı sadece. Ve üstüne modaya uygun bir şeyler giyip insan içine çıktı her defasında gene. Demem o ki, bu dünyanın değişmez kuralıdır, eğer yeterince önünde oturursanız, beklediğiniz kişiyle mezarlık kapısında karşılaşırsınız. Ne de olsa, kaderin sonu ölüm, sabrın sonu selamettir.

Ama biz ağızların tadını kaçıran ölüm gelip de kapımızı çalmadan önce; kalem-i kaderin, rüzgârın ve zamanın üzerine yazdığı hikâyeleri dinleyerek kâh gülümseyelim kâh ürperelim. Dünya denen hengâmede, payımıza düşen bu puslu çağda, bir şeyleri en azından biraz olsun berraklaştıran kimi korkunç kimi hüzünlü kimi gülünç hikâyeleri, bizden öncekilerin yaşadıklarını, dinleyip hissemize düşeni alabiliriz ancak. İlginç zamanlarda yaşıyoruz ne de olsa. İlginç zamanları ilginç yapan en önemli faktör o çağın insanıdır. Tarih boyunca, yaşadığı çağı ilginçleştirmeyi kendi üstüne vazife bilmiş topluluklar var olagelmiştir. Âd kavmi de bunlardan biriydi. Bu efsane şehrin ve sahiplerinin korkunç sonunun ve dillere destan bir şehrin incecik bir toz hâline gelişinin hikâyesinin peşinde, İrem şehrine doğru bir yolculuk yapalım Yemen çöllerinde. Âd kavmi, Arabistan'ın en eski kavimlerinden biridir. Arap yarımadasında hakkında sayısız efsaneler dilden dile dolaşır.

Öyle ki, bu kavmin felâkete uğraması ve yok oluşu Arap kültüründe deyimleşmiştir. Mevdudi, Siret-i Server-i Âlem (Pınar Yayınları, çev. Ahmed Asrar) adlı eserinde, Âd Kavmi'nden bahsederken, Araplar'ın, bu kavmin adına atfen her kadîm ve eski şey için "âdi" kelimesi kullandıklarından bahseder. Tarihi harabeler ve eserler için "Âdiyyat" ifadesi, sahipsiz ve bakıcısı olmadığı için boş bırakılmış toprağa "Âdiyy-ül Ard" denilmesinin kökeni de Âd kavmine dayanır. Eski Arap şiirlerinde de Âd kavminden bol bol bahsedilirmiş. Rivayet odur ki, Âd Bölgesi, Umman'dan Yemen'e kadar olan toprakları kapsıyordu. Yemen ülkesinin güneyinde, Ahkaf'ta denize yakın bir yerde eşi benzeri daha önce görülmemiş yüksek binalarla dolu bir şehirleri vardı. Şehir, yüksek sütunlarla bezeli bir yücelikle inşa edilmiş İrem şehriydi. Bu şehrin insanları da güzel ve gösterişli idi. Ahkaf'ın bugünkü hâlini gören kimse bir zamanlar burada büyük bir medeniyetin hüküm sürmüş olduğunu aklından bile geçiremez elbette.

Kuvvetle muhtemeldir ki binlerce sene önce bu diyarlar suyu tatlı, havası yumuşak topraklardı. Daha sonra meydana gelen bir iklim değişikliği dolayısıyla bugün büyük bir kısmı ıssız bir çöle, derinlerine kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği dehşetengiz bir âdem labirentine dönüşmüştü. Mevdudi, aynı eserinde, ilginç bir şahitliği aktarır: "1843'te Bavyeralı bir subay bu bölgenin güney kıyısına varmıştı. Bu subayın ifadesine göre, Hadramut'un kuzey yaylasından bakıldığında esas çö lün bin metre aşağıda olduğu görülür. Bu dairelere düş en bir şey kısa sürede batar veya harap olur. Bedeviler bu çö le girmekten korkarlar. Adı geçen subay, hiçbir bedeviyi çö le gitmeye razı edemeyince oraya tek başına dalar. İfadesine göre buranın kumu son derece ince olup toz şeker gibidir. Subay, beyaz daireden birine su kovasını attı. Bu kova beş dakika içinde kumlara gömüldü ve bağlı olduğu ip de eriyiverdi."

Hikâyesi çok, kalıntısı yok bir şehirdir İrem. Nice tarihçi ve arkeolog bu dillere destan kayıp şehrin izini sürse de ondan geriye en ufak bir iz bulamamıştır.

Âd kavmini ilginç yapan şeylerden biri dünyada hiçbir izinin olmamasına rağmen, manasının hâlâ bir ibret olarak yaşıyor olmasıdır. Üstüne nice hikâyeler, kıssalar inşa olmuş bu eski kavim ile ilgili Arap edebiyatındaki rivayetlerden bir diğeri de Ad'ın oğlu Şeddad ile ilgilidir. Şeddad, cennetten bahsedildiğini duyduğunda, ilahi Cennet'e karşılık kendi ülkesinde de dünyevi bir cennet inşa etme hırsına kapılır. Ve bu hevesinin peşine düşüp inşa ettirdiği bu dillere destan yapılardan müteşekkil şehre ise dedesinin adı İrem ‘i verir. Diğer bir rivayete göre ise bu yüksek sütunlu şehirde, İrem adında bir saray olduğundan bahsedilir. Bu sarayın duvarları yakuttan, altın ve gümüştendir. Muaviye döneminde, devesini kaybeden bir yolcu bineğini ararken tesadüfen bu saraya tesadüf eder ve içeri girer, oradan bol bol mücevher toplar ve bunu Muaviye'ye haber vermek için yola koyulur. Muaviye, bedevinin yanına birkaç adam da katarak bu sarayı bulmaları için tekrar Yemen'e gönderir. Ama onca aramaya rağmen sarayın izine rastlanamaz.

Allah'ın bu sarayı fanilerin gözlerinden sakladığı kanaatine varırlar. Hikâyesi çok, kalıntısı yok bir şehirdir İrem. Nice tarihçi ve arkeolog bu dillere destan kayıp şehrin izini sürse de ondan geriye en ufak bir iz bulamamıştır. Kur'ân'da müstehzi bir eda ile ‘kazıklar sahibi' olarak anılan bu halk hakikaten de inşa ettikleri muhteşem binalarla dünyada ebedileştiklerini, tabiri caizse dünyaya kazık çaktıklarına inanmışlardı. Bina yapmak maksadıyla dağları oyuyorlar, binaları muhkem ve sanatlı şekilde yükseltiyorlardı. Buraya kadar her şey güzeldi ama bunu yaparken kendilerini ölümsüzleştirdiklerini sanmaları… Kibrin sonu kuburdur oysaki. Seyyid Kutup ve Abdulhamid Cüdessseher'in Âd Kavmi ve İrem Şehri (Kader Yayınları, 1963) adlı hikâyesinde anlatıldığı üzere, bu şehrin putperest sakinlerinin garip huyları vardı. Yabancılara karşı -özellikle fakirlerse- kötü ve aşağılayıcı davranışlarıyla ünlüydüler. Memleketlerini çevreleyen çöle insanlara yol göstermek için yol işaretleri koymuşlardı.

Yalnız bu işaretler doğru yolu değil yanlış yönleri gösteriyordu. Eğer şehre varmak üzere olan yabancılar bu işaretleri takip edecek olursa yanlış yerlere gider, ağzını bir fırın gibi açmış kızgın çölün derinliklerine doğru sürüklenir ve bu kumdan müteşekkil ejderin kursağında heba olup giderlerdi. Bu yabancıların feci sonunu izlemek İrem halkının en büyük eğlencelerinden biriydi. Âd kavmi ilginç eğlence anlayışları nedeniyle her zaman ilgimi çekmiştir. Yalanı, hayatlarının eğlencesi hâline getirmiş bu halkın her türlü sahtekârlık ve zalimlik konusunda üstlerine yoktu. Bu kibirli ve büyüklenmeci topluluğun adı, Kur'ân'da helak olan kavimler arasında anılır. Ve nihayet layık oldukları son onları yakalar. Şedit bir kuraklığın pençesinde kıvranmaya başlarlar. Bazı rivayetlerde kuraklığın üç yıl sürdüğü kaydedilmiştir. Susuzluktan hayvanlar ölür, bitkiler solup sararır. O dillere destan bağlar bahçeler mahvı perişan olur.

Bir gün yine putlarına dua ederlerken ufukta kapkara bir bulut belirir. Yaklaşmakta olan o kendi kara gölgesi, kendinden de kara bulutu gördüklerinde uzun süredir yaşadıkları kuraklıktan kurtulduk diye sevinir ve ona doğru koşmaya başlarlar. Tıpkı yol işaretlerini görüp de susuzluktan ve sıcaktan bitkin hâlde ama sevinçle o işaretin gösterdiği yöne ilerleyen yolcular gibi. Ancak bu karanlık devasa bulut berekete değil korkunç bir fırtınaya gebedir. Kur'ân'da Âd kavmine gönderilen bu azap için "gölge günü" ifadesi kullanılmıştır. Bazı yorumcular bu sözün geç kalınmış bir pişmanlıkla birlikte baş gösteren ruhsal bir karanlığa ve kasavete işaret ettiğini söylerler. Âd kavmi uğultulu, azgın bir kasırga ile helâk edilir. Felâket, şiddetini koruyarak yedi gece, sekiz gün devam eder. Eserken korkunç bir şekilde uğuldayan çok soğuk bir rüzgâr insanları sanki içi boş hurma kütükleriymiş gibi yere sermiştir. Ve böylece Âd kavmi zorbalığı ile uyumlu bir sona kavuşur. Yıkıcı, uğultulu kasırganın ardından geriye kala kala hazin hareketsiz bir sahne kalır. "Onlardan hiç geri kalan görüyor musun? Hayır!.." yüksek sütunlar sahibi İrem böylece yer yüzünden silinir.

Bizim yüzyılımız da insanı hiçbir yere vardırmayan ve tuhaf bir kaosun içine çeken yanlış yön işaretleri ile donatılmış durumda. Git dediği yere gitmeye niyetlendiğimizde arkamızdan biri kıs kıs gülüp hâlimizle eğleniyor olabilir. Bir riya çölünün ortasına gönderiliyor olabiliriz pek âlâ. O süslü tabelaların albenisine kapılmamız hiç de zor değil. Kendi çağımızın hikâyesi geçmişte yaşanmış hikâyelerin bir kolajı gibi. Ezoterik açıdan bakıldığında yeryüzündeki cennet diye tabir edilen, içinde yaşayanların her yönden mükemmel olduğu, muhteşem bir varoluş inşa etme hezeyanı, sadece Şeddat'a özgü bir hayal değil. İhtiyacımız olan şey gerçek bir yağmur bulutu ama biz elimizde enerji içecekleri o ufuktaki karanlık buluta koşuyoruz coşkuyla. Onlar kara bulutu gördüklerinde sevinirlerken, orada durup onlara acı gerçeği söyleyen Hûd peygamberin hüzünlü sesini duyuyorum: "O bir yağmur bulutu değil, sizi birazdan yakalayacak olan gazaptır."