Göçmen kadınların penceresi: İçerisi memleket dışarısı gurbet
Her göçmen işçi gibi onları bekleyen ilk sorun "dil" sorunuydu. İzmirli Seyhan Turan, Hollanda'da kendisini büyük bir boşlukta, yapayalnız hissettiğini söylüyordu: "Ne onları anlıyor ne de onlara bir söz söyleyebiliyordum. Konuşabiliyordum ama dilsizdim, duyuyordum ama sağırdım."
"Türk kadın ve erkek işçiler, sadece bu işleri yapmaya istekli Alman işçiler bulunmadığı için istihdam edilmiyorlardı. Asıl neden, Almancayı bilmemeleri, farklı yetişmeleri ve endüstride çalışmanın koşullarına aşina olmamalarıydı.
Onların bu durumu üretimi aksatmıyordu. Nitekim, Berlin'de bulunan Siemens fabrikasındaki Türk işçi kadınlar, radyoaktif materyal sayılan Promethem 147 ile çalıştıklarından haberdar değillerdi." (Industriearbeiter Dergisi, 1984) Bazı ömürler vardır hani uzak diyarlara bakan sarıya boyalı yorgun bir pencerenin güneşin altında ağır ağır rengini kaybetmesi gibi gözümüzün önünde solup giderler. Göçmen kadınların öyküsü de böyledir. Avrupa'nın ağır sanayi fabrikalarında, kimi zaman çok ağır işlerde çalışıp ömür tüketirler. Solup gittiklerini kendileri bile fark etmezler. Mesai bittiğinde onları bambaşka bir mücadele daha bekler. Ailelerine kol kanat gerecek, dört duvarı yuva yapacak, tencere kaynatıp, çocuk büyüteceklerdir. Göçmen kadınlar, her şeyin gümüş tepsilerle önlerine serilmesini bekleyenlerden değildir.
Göçmen işçi denildiğinde akla hep erkekler gelse de kadınlar da en az erkekler kadar bu göç hikâyesinin kahramanlarıdır.
Hiçbir zaman değerli bir parçası olamayacakları yabancı bir hayatın en arkasından yürümek düşer paylarına. Bir pencerenin ardından bakarlar hep yaşama. Onların "yaşam" dediği şey, dur durak bilmeyen bir mücadelenin peşinden koşup gitmektir. Göçmen işçi denildiğinde akla hep erkekler gelse de kadınlar da en az erkekler kadar bu göç hikâyesinin kahramanlarıdır. Türk kadınlarının yabancı memlekete gidişi, en çok da Anadolu'nun gaz lambalarıyla aydınlanan iki göz odalı evlerinin kerpiç duvarlarında yankılandı. Bir kadının yalnız başına gurbete gitmesini zor olsa da kabullendiler. Kadınları taşıyan her tren katarının arkasından "yoksulluğa" dert yanıp durdular. Gazeteler manşetlerinde kadınlardan bahsetmeye başladı. Artık yol iyice açılmıştı, Avrupa'nın fabrikaları Türk kadın işçileri bekliyordu. 1965 yılı Türk kadınlarının yoğun olarak yurtdışına gitmeye başladığı yıldı. Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi kalifiye kadın işçiler arıyordu.
O dönem Avrupalı işverenlere "neden erkek işçi yerine kadın işçi istiyorsunuz?" diye sorulduğunda Türk ve Yunan kadınların ellerinin çok ince olduğundan küçük parçaların monte edilmesinde daha hızlı ve becerikli oldukları cevabını veriyorlardı. Oysa o dönem Avrupa genelinde hemen hemen her kadın işçi, erkek işçilere kıyasla daha ucuz işgücü demekti. Almanya'da bir erkek işçinin saatlik ücreti 5 marksa, kadın işçiye ödenen saatlik ücret 3 Mark civarındaydı. Göçmen kadınlara olan ilginin asıl nedeni buydu. İlk gidenler eşlerini ve çocuklarını geride bırakarak gittiler. Sirkeci Tren İstasyonu bebeğini sütten keserek gurbet trenine binip giden nice annenin vedalaşmasına sahne oldu. "Bir kez olsun anneme doyasıya sarılamadım. 11 ay, dile kolay, 11 ay beklerdim birlikte olacağımız o bir ayı.
- Bütün çocukluğum anneme sarılabileceğim, sesini duyabileceğim yaz tatilini beklemekle geçerdi. Sonra bir yaz günü çıkagelirdi. Daha ben ona doymadan, bir kez olsun anneciğim diyemeden bir rüya gibi hayatımdan çıkıp giderdi.
Gri dumanlar arasında yitip giden o hayalin peşinden bakarken küçülürdüm. Yeniden o rüyaya dokunabileceğim, dokundukça büyüyeceğim günü beklerdim. Benim çocukluğum annemi beklerken yaşlandı." (Adem) Belirli bir süre çalışıp para biriktirip dönecekleri için ailelerinin özlemine bir süreliğine dayanabilirlerdi. 8-10 kişinin aynı odada demir ranzalarda kaldığı işçi yurtlarına yerleştiler. Her göçmen işçi gibi onları bekleyen ilk sorun "dil" sorunuydu. İzmirli Seyhan Turan, Hollanda'da kendisini büyük bir boşlukta, yapayalnız hissettiğini söylüyordu: "Ne onları anlıyor ne de onlara bir söz söyleyebiliyordum. Konuşabiliyordum ama dilsizdim, duyuyordum ama sağırdım." Almanya'ya aynı umutlarla giden Selma Öğretmen de Almanca bilmediği için çok sevdiği mesleğini yerine getiremiyordu. Kaderin cilvesi olacak, ilk bulduğu iş bir okulun temizlik işiydi. Okulda öğretmen olarak çalışmak yerine temizlikçilik yapıyordu. Sınıfları, merdivenleri ve tüm koridorları tek başına temizlemek zorundaydı.
Kısa bir süreliğine gelenler artık "oralı" olmuştu. Ürkek bakışlarla pencerenin ardından baktıkları o "yabancı" yaşantıya ayak uydurmak zorundaydılar.
Kadın işçilerin karşılaştığı tek sorun dil değildi. Kadın olduklarına bakılmaksızın pis ve ağır işlere gönderiliyor, sudan sebeplerle ücretleri kesiliyor, işyerlerinde ayrımcılığa, hakarete uğruyorlardı. "Bana bir amortisör fabrikasında çalışacağım söylenmişti ama kendimi küçük pis bir araba tamirhanesinde buldum. 15 dakikada yüz parça yapmamı istiyorlardı. Ben durmaksızın çalışarak ancak yarım saatte yapabiliyordum. Ustabaşı bana o halde ekmeğini katıksız yersin diyordu. Yanına gidip hamile olduğumu, bu kadar ağır işlerde çalışmamam gerektiğini söylediğimde bana inanmadı bile. Günde altı saat boyunca, dev boyutlu, neredeyse elli kiloluk amortisörleri yirmi metre öteye çektirdi, üstelik yedi ay, tüm hamileliğim boyunca.
- Bu ağır iş yüzünden kim bilir kaç kez hastaneye gitmişimdir. İşyerinde çocuğumu masanın altında doğurmam gerektiğini söyleyip bana gülüyorlardı." (Nermin Özdil) Ağır iş koşulları ve aşağılamalara rağmen Türk kadınları çalışmaktan ve mücadele etmekten vazgeçmedi.
1974'ün Ocak ayında Türkiye'deki gazeteler Almanya'da 16 Türk kadının grev başlattığı haberini duyuruyordu. Münih'te bir ekmek fabrikasında çalışan Türk kadınlarından iki tanesinin tuvalet temizliğine verilmesi iş yerindeki ağır çalışma koşullarının üzerine tuz biber ekince Türk kadınları iş bırakarak grev başlatmıştı. Türk kadınlarının direnişi sonuç vermiş, işveren çalışma şartlarını iyileştirmek zorunda kalmıştı. Gazetelerde yayınlanan, sarılarak birbirini kutlayan Türk kadınlarının fotoğrafı bugün hala tüm canlılığıyla hafızalardaki yerini koruyor. Çalışmak ve para biriktirmekten başka dertleri olmayan göçmen kadınların bekledikleri o gün bir türlü gelmiyordu. Yeni dertler, yeni ihtiyaçlar, başka yetirmeler çıktı ortaya. 70'lerin başından itibaren aile birleşimleri başladı. Tıpkı erkek işçiler gibi kadın işçiler de memleketteki eşlerine davet gönderdi. Gurbette birçok yuva yeniden kuruldu. Karı koca sırt sırta verip çalışmaya başladılar.
Sabah ve akşam olmak üzere her gün çifte mesai yapan; birbirlerini ancak vardiya değişiminde, metro istasyonunda görebilen çiftler vardı. Zaman akıp gidiyordu. Gurbetin yükünü daha da ağırlaştıran şey, memleketteki çocuklara duyulan hasretti. "26 yaşımda geldim Almanya'ya. Biri 5 diğeri 2 yaşında olan iki kız çocuğumu geride bıraktım. Kocam Rasim önceleri razı olmadı ama birkaç ay sonra sen de gelirsin deyince çaresiz ikna oldu. Augsburg'da bir tekstil fabrikasında işbaşı yaptım. Rasim'in gelmesi de çok uzun sürmedi. 8 ay sonra aynı fabrikada çalışmaya ve aralarında büyük demir kapılar bulunan karşılıklı yurtlarda yaşamaya başladık. Ona hazırladığım ilk kahvaltıyı o demir kapının önünde ikram edebildim. Çocuklarımızın hasretini bağrımıza basıp işe koyulduk. Aylarca durmaksızın çalıştık. Bir yılımız dolmamıştı ki çocuklar için izin çıkarabildik. Küçük bir ev bulup yerleştik. İçim içime sığmıyordu. Çocuklarıma kavuşacağım o anı sabırsızlıkla bekliyordum. Bir hostes nezaretinde çocuklar İstanbul'dan yola çıktılar.
Memleketteki evleri için aldıkları yeni eşyaları kolilerinden, paketlerinden çıkarıp kullanmaya başladılar. Bu artık kesin dönüş yolunun ne kadar uzak olduğunun ilanıydı.
1969 yılının Mayıs ayının son günleriydi. Büyük kızım beni gördü, ta uzaktan tanıdı, koştu, kucaklaştık. Ağlaştık. Ama küçük kızım benim tanımadı. Kucağıma gelmedi, kendisine dokundurmadı. Haftalarca babasının elinden yemek yedi, onun koynunda uyudu, bana hiç yanaşmadı. Onun annesi bir gün trene binip, çok uzaklara gitmişti." (İlmiye Öztürk) Yıllar geçti, memlekette bırakılan çocukların çoğu anne babalarının yanına geldiler. Nüfus cüzdanında Berlin, Köln, Paris, Brüksel, Viyana yazan çocuklar doğdu. O çocuklar büyüdü, orada okuyup, orada iş sahibi oldular. Dönmek artık o kadar kolay değildi. Memleketteki evleri için aldıkları yeni eşyaları kolilerinden, paketlerinden çıkarıp kullanmaya başladılar. Bu artık kesin dönüş yolunun ne kadar uzak olduğunun ilanıydı. Kısa bir süreliğine gelenler artık "oralı" olmuştu. Ürkek bakışlarla pencerenin ardından baktıkları o "yabancı" yaşantıya ayak uydurmak zorundaydılar. Pencereler onlara ikili bir yaşam sunuyordu. Hayali bir sınır kapısı gibi ülkeler arasında anlık geçişler sağlıyordu.
Pencerenin dışarısında, ışıltılı sokakları pek bilinmeyen uzak ve yabancı bir hayat. İçerideyse köklerine sıkı sıkıya tutunmuş, memleketten taşınıp gelmiş, çok evvelden aşina olunan, kalın urgandan yapılmış bağlar... Süslü, parıltılı ya da dekorlu bir tercih değildi bu. Göçmen kadının yazgısıydı… Ömrü iki yaşantı arasındaki dengeyi kurmakla geçiyordu: İçerisi memleket, dışarısı gurbet.