Göçle gelen çeşitliliği değerlendirmeliyiz
Göçle şekillenmiş ve bununla müthiş şeyler yapmış bir coğrafyada yaşıyoruz. Dolayısıyla şimdi de geçmiş zamanlarda yaptığımızı yapıp bu çeşitlilikle kavga etmek yerine, onun verimli yanlarını değerlendirmek taraftarıyım; ki zaten kültürel çeşitlilik de bu medeniyetin ana çıkış noktalarından biridir. Bizi tüm dünyadan farklı ve özel kılan binlerce çeşitlilik, verim ve bereket dolu bu topraklar üzerine kurulu oluşumuz değil mi?
Genç Mimar Melek Zeynep Bulut, İl Göç İdaresi binasına yaptığı “göç enstalasyonu” ile son günlerde ilgi çeken bir isim. Çalışma alanı “göç” ve “ötekiler” gibi sosyolojik kavramlar olan genç mimarla, ortaya koyduğu eserin düşünsel alt yapısını konuştuk. Genç sanatçı göçe, insan ve mekân ilişkisine dair fikirlerini Cins’e anlattı.
Öncelikle İl Göç İdaresi binasına yaptığınız “göç enstalasyonu”nu sormak istiyorum. Nasıl gelişti süreç, nasıl karar verdiniz böyle bir eseri yapmaya ve tabii, nasıl bir ekiple çalıştınız?
Açıkçası parçalar kendini birleştirdi. Bu kendi kendini olduran, soyut boyutta yapılması gereken bir işti ve biz yalnızca eşlik ettik diyebilirim. Teknik süreç ise şöyle gelişti: Ben hâlihazırda uzunca bir süredir göç konusunu çalışıyordum. Bununla ilgili zihnimde yine kendini olduran bir şeyler vardı.
Tüm dünyada başlayan bir “iç göç” var. “Benden ben”e gerçekleşen, insanın ruhsal deneyimini dönüştüren ve onu başka bir boyuta taşıyan bir zaman dilimiyle karşı karşıyayız. İşte bu iç göç, yeni dünyayı şekillendiriyor.
İl Göç İdaresi binasını konudan bağımsız, başka bir şey için ziyaret ettiğimde de, binanın girişindeki o boşlukla bir çarpışma yaşadım. Hani biriyle karşılaşırsınız ve uzun bir hesabınız olduğunu hissedersiniz, böyle bir şey. Bir süre gittim geldim. Fotoğraflar çektim, metinler yazdım. Konuyu soyutlamaya çalıştım. Buranın ne olmak istediğini kendi içimde sahaya sürdüm ve böyle bir metafor gelişti. Bunu ilgili kurumlara sundum. Bir onaylanma sürecinden geçtik ve sonra atölyeye girdik. Yüzlerce “uçuş anı” ürettik. Nitekim bu proje dondurulmuş bir zaman dilimi. Bir kuşun tam özgürleştiği, uçtuğu anı kurguladık ve onu çoğalttık. Sonra binaya girdik ve yerleştirmeye başladık. Atölyeden bina sürecine dek yaklaşık 20 kişilik çok değerli bir teknik ekiple çalıştım. Tüm bunlar büyük risklerdi benim için açıkçası çünkü sürünün son hâli binada şekillenecekti. Böyle de olmalıydı nitekim o anın enerjisi de projenin bir parçasıdır benim için. Böyle.
“Göç” oldukça önemli bir sosyolojik kavram. Geçmişten günümüze göç ile şekillenmiş, göçle gelen topluluklardan etkilenmiş ve onları etkilemiş bir coğrafyada yaşıyoruz. Günümüzde de topraklarımızda milyonlarca insan göç şartlarından etkileniyor. Siz topraklarımızda ve çevremizde gelişen bu durumu nasıl okuyorsunuz?
Evet, size katılıyorum, göçle şekillenmiş ve bununla müthiş şeyler yapmış bir coğrafyada yaşıyoruz. Dolayısıyla şimdi de geçmiş zamanlarda yaptığımızı yapıp bu çeşitlilikle kavga etmek yerine, onun verimli yanlarını değerlendirmek taraftarıyım; ki zaten kültürel çeşitlilik de bu medeniyetin ana çıkış noktalarından biridir. Bizi tüm dünyadan farklı ve özel kılan binlerce çeşitlilik, verim ve bereket dolu bu topraklar üzerine kurulu oluşumuz değil mi?
Evet, haklısınız… Peki, fiziksel olandan ayrı olarak bir de içsel göçümüz var… İnsanın yaşam boyu geçtiği duraklar ve yollar neticesinde eriştiği bir varış noktası ve bununla gelen bir tekâmül... Bunun çoğu zaman farkında olamıyoruz. Buna dair neler söylersiniz?
Bu soru için gerçekten çok teşekkür ederim. Esasında en başından beri özellikle vurguladığım “göç” ün ana hattı budur. Evet, fiziksel bir göçümüz var; fakat hareket yalnızca neticedir. Tüm dünyada başlayan bir “iç göç” var. “Benden ben”e gerçekleşen, insanın ruhsal deneyimini dönüştüren ve onu başka bir boyuta taşıyan bir zaman dilimiyle karşı karşıyayız. İşte bu iç göç, yeni dünyayı şekillendiriyor. Coğrafyalar değişiyor, dönüşüyor. Psikolojik boyutta bir travmanın artık kişinin devamında gelen 7 jenerasyonunun yaşamını etkilediğini biliyoruz.
Eskiler bu sebeple 7 ceddine dua eder, şifalandırır, onurlandırır... Şu an içinde bulunduğumuz göçün hâli bu, hem tüm dünyaya yayılıyor hem de bu psikolojik kodlarla yayılıyor. Bunun ruhtaki karşılığı bu “iç göç”tür, kırılmadır. Bu inilti, “murmuration”, bunun da bir temsili. Ruhun katlarını aşa aşa, kendinden geçe geçe bir benlik oluşturmanın, insanın bin yıllardır devam eden asıl göçünün de şu anda, şimdide dondurulmuş bir karşılığı.
Bu bir anıttan ziyade bir hareket
Tam da siz değinmişken; “murmuration”ı ve sosyal medyadan paylaştığınız ses diyagramlarını bir de bize anlatır mısınız; bu ilginç kavram ve bilgiler eserinizin oluşum sürecinde sizi nasıl etkiledi ve yönlendirdi?
Kuşlar bir yerden bir yere göç ederken aidiyet duyularını, var olma bilinçlerini diri tutmak için bir ses çıkarıyorlar. Bu ses havada birbirine çarparak ilginç bir geometrik ağ oluşturuyor. Bu ağı bir navigasyon gibi düşünün. Bu ağı yönlendirici olarak kullanıyorlar ve bunun dışına çıkmıyorlar. Bu sesle yönettikleri iletişim mekanizmasına da “murmuration”, “mırıltı”, “inilti” deniyor. Biz bunu baz alarak sesleri çalıştık ve bu sesleri dondurarak bir “göç anı”nı analiz ettik. Bu, işin makro yani ağ boyutuydu. Mikro boyutta da bireysel olarak bir kuşun sürecini, yolculuğunu çalıştık. Bir kuş iskeleti üzerinden tam uçtuğu, özgürleştiği anı belirledik ve öylece dondurduk. Bu yola çıkış, başlamak, umuttur. Sıfır noktasıdır. Bunu bu ağa yerleştirerek 30 metre civarı bir dalga yarattık ve binayla birleştirdik. Sürü binanın içinde de tekil köşelerde varlığını sürdürüyor. Umudun, yeniden başlamanın, tüm insani duruşlarımızın, yeni dünya düzeninin onurlu bir karşılaması olarak, Yaradan’ın matematiğiyle orada öylece duran ve bu yolculuğun başladığı yerde konumlandırılan, dondurulmuş bir uçuş anı...
- Anlatırken tekrar tekrar fark ediyorum ve heyecanlanıyorum ki beni yönlendirdi, kendini oldurdu. Ve aynı zamanda bu bir başlangıcın temsili. Tüm yara noktalarımıza, sınırlarımıza bir şifa gibi kuşlarımı, bu duyguyu yerleştirdiğimizde ben bu işi bitmiş sayacağım. Bu bir anıttan ziyade bir hareket.
Göç, özellikle kuşlar olmak üzere pek çok canlı için kaçınılmaz bir eylem. Yani yaşamsal bir aktivite… Aslında göç, insanlar için de aynı anlamları ihtiva ediyor: Değişim, dönüşüm, yaşam, tekâmül… Fakat modern dünyanın insanı, ne kadar mekân değiştirirse değiştirsin, kendisi için ötekiyle temasını olabildiğince kesebilecek, sınırları daha korunaklı bir alan istiyor. Nereye giderse gitsin sınırlarını da beraberinde götürüyor. Bunun nedeni ne sizce?
Göç illa bir yerden bir yere gitmek değil tabii. İç göçü konuştuk. Dolayısıyla modern dünyanın insanı kendi sınırları içerisinde de tekâmül edebilir. Sınırları kırmak bambaşka bir konudur. Gerekliliği her insan için değişkenlik gösteren bir süreç. Kimi hakikaten temassız, kişisel alana ihtiyaç duyar, fıtratı bunun üzerinedir. Kimi genişlemek üzerinedir. Bu bambaşka ve çok geniş bir konu. Kişisel değerlendirilmeli…
Mekân sadece fiziksel temas ve ihtiyaçların cevap bulduğu bir mekanizma değil, sizin varlığınızı şekillendiren de bir olgu. Doğru mekân bütün hislerinize çalışır. Sizi tekâmüle ulaştırır.
Sanat, son yıllarda sanatçının kendi içindeki kurumu attığı bir rahatlama alanına dönüştü
Peki, göç kavramı sanatta yeterince ele alınan bir konu mu Türkiye’de? Örneğin Suriye’den ve farklı ülkelerden ülkemize yapılan zorunlu göçleri değerlendirmek ve topluma bunu anlatabilmek için sanatı yeterince kullanıyor mu Türk sanatçılar? Ek olarak, dünyada bu tür sosyal meselelere dikkat çeken, sizi etkileyen, takip ettiğiniz sanatçı ve eser örnekleri var mı?
Elbette göç şu anda çok radikal, belirgin bir şekilde gerçekleştiği için bunu çalışan birçok sanatçı var. Ben de tüm dünyayı yakından takip etmeye çalışıyorum fakat ilgilendiğim şey “piyasa” dan ziyade sanatçıların burada ne kadar farkındalık yarattığı ve duruşları. Çünkü sanat son yıllarda sadece sanatçının kendi içindeki kurumu attığı bir rahatlama alanına dönüştü. Ne kadar bireysel, ne kadar sahiplenici? Ne kadar cesur, ne kadar üstü kapalı? Tüm bunları yırtmış, konuyu kendinin dışına çıkarmış, ismini verebileceğim biri yok.
İlk mekân anne rahmidir
Biraz da insan ve mekân ilişkisi üzerine sormak istiyorum. Sizce mekân sadece inşa edilebilen bir alan mıdır ve ek olarak mekânın inşa gücü üzerine neler söyleyebiliriz?
Mekân, idrak ve inşa aralığında gelişen çok önemli bir şey. Dünyayı kurtarabilir ve yerle bir edebilir. Her yere her şeye değiyor ve çok güçlü. İnsanın mekânla ilişkisi anne karnında başlar. İlk mekân anne rahmidir. Hatta çilehaneler mantık olarak birer anne rahmi soyutlamasıdır. Nemli, duyulara değen, fiziksel sınırları zorlayan ve sizi yeniden doğuran mekânlardır... Mekânın felsefesi, mekânın neye ihtiyacı olduğu hakkında yorumu buna dayanarak yapabiliriz. Mekân sadece fiziksel temas ve ihtiyaçların cevap bulduğu bir mekanizma değil, sizin varlığınızı şekillendiren de bir olgu. Doğru mekân bütün hislerinize çalışır. Sizi tekâmüle ulaştırır. Formatına göre vermek istediği duyguyu geçirir. Ve bu mekân anlayışı yine doğru kullanımıyla medeniyetler kurmuş, yanlış kullanımıyla toplumlara ciddi zarar vermiştir. Bu güce de sahip.
İnsan nasıl bir "hâl" olursa, mekân da ona eşlik eder
Resim ve heykelle de uğraşıyorsunuz bildiğim kadarıyla, bu iki sanat dalının sizin mimari sanatına bakışınıza, ayrıca da bir meslek olan “mimarlık” tanımınıza ne gibi etkileri oldu?
Esasında ben bunların hepsini bir bütün olarak görüyorum. Estetik algı bir bütündür. Kendiyle ve özüyle iletişim hâlidir. Bu iletişim bazen bir maddenin forma girmesi, bir tavır almasıyla kendini ifade eder. Bazen bir cümleyle, bazen bir sesle, kimi zaman bir inşa ile... Benim mimarlık anlayışımı şekillendiren şey bu. Bir öz vardır, bir bütün. Güçlü bir hâl, bir duygu ve o kendini şekillendirir, sen sadece fark eder ve eşlik edersin.
Gelenekten bu güne, fiziksel alanları kurma ve tasarlama uğraşı olan mimarinin soyut olanla, aşkın olanla bağı nasıl değişti? Ya da değişti mi sizce? Günümüz mimarisinin soyut olanla, aşkın olanla ya da insan duygularıyla nasıl bir bağı var? Ya da böyle bir bağı kaldı mı?
İnsan nasıl bir “hâl” in muhatabı olursa mekân da aynı refleksle ona eşlik edecek. Dönemin insanı sentetikse mekân da sentetik olacaktır ki kaynaşma gerçekleşsin. Mekân insandan bağımsız olamaz.
Eğer çağın insanı kolektif bir enerjiyle; kendini, enerji boyutunu genişletirse mekân da onunla birlikte aşkın bir hâle gelecektir. Bu saatsiz, takvimsiz bir şey. İçsel zaman ve bütünlük kavramıyla alakalı. Dolayısıyla mekânın insan duygularıyla bağı değişmez ve hep vardır. İkisi bir bütün, birbirinin aynası, birbirinin karşılığı…
Son olarak; yaptığınız bu çalışma epey ilgi gördü, peki toplumsal meselelere dair buna benzer başka çalışmalarınız, projeleriniz de olacak mı?
Elbette, daha yeni başlıyoruz. Benim çalışma alanım “ötekiler”. Hâlihazırda üzerinde çalıştığım ve tamamlanmış olan buna benzer onlarca proje var. Heyecanla devam ediyoruz…