Gezi, 15 Temmuz, 5 şey
Sıhhat istiyorsak, sahilik istiyorsak, sahiden sahicilik istiyorsak eğer, çevrecilikten darbecilere karşı çıkma azmimize, doğaya bağlılığımızdan mukaddesatımıza sadakate kadar, dostlarımıza omuz vermemizden düşmanlarımıza karşı duruşumuza, mücadelemizden itikadımıza kadar kimliğimize raptettiğimiz ne varsasöküp tek tek masaya koymak zorundayız. Kişiliğimizi, kim olduğumuzu, nerede durduğumuzu, o durduğumuz yerden bakınca ne gördüğümüzü tek tek masaya çıkarıp koymak zorundayız. Instagram’a değil ama, masaya.
Her şeyin tortusu birikiyor. Geceye birikiyor, aya birikiyor, seneye birikiyor. Giderek ömre birikiyor. İnsan kendinden kaçamaz. O en mütevazı göründüğün andaki gösteriş, o en hesaplı anında yaptığın aslında bal gibi de kontrollü öfke nöbetleri, en cömert havaların altındaki ince cimrilik gelir insanı bulur. “Haberim yokmuş gibi çek” derken komik evet. Bir kereliğine komik… Ama artık hayatın tamamen haberin yokmuş gibi poz vermek olduysa, o biriken tortu boyunu aşmaya başlar. Her imaj gelir seni bulur. Her sahte gülümseme, her güya içten poz, her şefkat gösterisi. Bununla kalsa.
SAHİH, SAHİ, SAHİCİ
“Sahici” kelimesi 2000’li yılların en popüler kelimelerindendi. Organik, doğal, yeşil, ekolojik, sahici gibi kelimeler o yıllarda hayatımızda öncekinden çok daha fazla yer kaplamaya başladı. Ben çok psikiyatrist biri sayılmam. Yani iPhone, Instagram; beton, plastik veya sanal gerçeklik gibi şeylerin neredeyse şirk sayılacağı bir zihin yapısı bana hâlâ biraz yabancı. Ya da İstanbul’da giderek yok olan yeşil alanlar, Kâbe’nin yanındaki gökdelenler, artan betonlaşma veya yok olan Kordonboyu romantizmi yüzünden uykusu kaçanlar kadar kentsel duyarlığa sahip değilim. Yogaya da, neredeyse tapıldığı şekliyle enerjiye de, karmaya da, postmodern zamanlara kadar taşabilmeyi başarmış pagan cemaatlerin inandığı mistik saçmalıklara da inanmıyorum. O yüzden sahtenin yerine sahiciyi, plastiğin yerine organiği veya plazanın yerine yeşil alanı koyarsak kurtuluşa ereriz demeyi beceremiyorum. Bu salak manken romantizminden ekmek yiyen kart zampara entel takımından da izninizle tiksiniyorum. Gezi’nin memleketimize yaptığı en büyük kötülük herhalde budur. Doğa konusu, sürüler halinde yaşanan saldırganlık nöbetlerinin temel nesnesine ve nasılsa meşruiyet zeminine dönüştü.
Betonlaşmadan nefret ediyorum. Silahlı çözüme karşıyım. Daha çok kitap okumalıyız. Adalet yerlerde sürünüyor. Artık aynı evin içindeyken bile birbirlerine mesaj atıyorlar. Nükleer enerji faciaya yol açacak. Siyasilere de hiç güven kalmadı. Böyle laflar var. Aslında yok tabii. Yani bir sürü konuşup hiçbir şey söylemiyor dedikleri insanlar var ya hani... İşte onlar böyle konuşuyor. Ya da Ben yıllar önce Fethullahçılıkla çok mücadele ettim. Futbolda fanatizm çok tehlikeli bir tırmanışa giriyor bence. Orta Doğu’da büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyoruz. Doğa artık kimsenin umurunda değil. Falan. Bu lafları etmenin hiç etmemekle ne farkı varsa artık? Çoğunluk ideolojiyle, siyasetle inancın, gündelik hayatın, okuma yazmanın çok yakın bir ilişki içinde olduğunu hatırımızdan çıkarıyoruz. Sadece boş boş konuştuğumuzu sanıyoruz. Kendi kendimize konuştuğumuzu sanıyoruz. Dile getirdiklerimiz kendi fikirlerimizmiş gibi. Bir gün bu ezbere ettiğimiz laflar dönüp dolaşıp bizi bulmayacakmış gibi.
“KATLİAMLAR NE KÖTÜ BE BİRADER”
Mesela herhangi bir kimse faizi, finans sistemini yani tefe düzenini söze konu bile etmeden ranttan, betonlaşmadan veya kentsel bilmem neden bahsediyorsa bilin ki ya kör cahildir ya da hain. Sözünü ettiğim biri tabii ki AK Parti’ye çemkirmekten başka siyasi pozisyon edinmeyi becerememiş gariban çiçek çocuklar veya dizi oyuncuları değil. Twitter’daki çok bilmiş sivilceli filozoflara da buradan laf yetiştirilmeyeceğini biliyorum. “Ah ah... 1956, İstanbul.” Tamam. Sen paylaş fotoğrafını. Seninle alakası yok. Okuma yazma bilen, bir kanaat taşıyabilen insanoğlundan bahsediyorum. Şehirleri beton köpüğüne boğan, faiz sarmalıdır. Tabii düzene harp ilan eden ve Allah’ın yarattığı her şeye tecavüz eden, onu yok eden, öldüren, bozan, birbirine sokan en fazla on-on beş zalim aile, hanedan -artık ne derseniz- onlar ve onların sonradan çıkmalarıyken, dünyadaki birkaç isyancı, birkaç Firavun, birkaç aşağılık şeytan bankalarıyla, üniversiteleri, STK’ları, medyalarıyla, şirketleriyle, emirlerinin altındaki gizli servisleri, silah şirketleri, gıda, ilaç, petrol, tarım şirketleriyle, uyuşturucu ve sanal, gerçek, kripto para networküyle, modası geçmiş panteist duyarlıklarıyla, çevreci örgütleriyle, kadın, travesti, etnik azınlıklar goygoyuyla çökmüş tepemize kan kustururken, sapık, manyak, uydurma itikatları uğruna kendilerini de emirleri altındakileri de hem burada hem öbür tarafta gömülecekleri bir karanlığa sürüklerken... Efendim? Değil mi ya! Betonlaşma çok kötü. Tabii ya! Soframızda tuz bulundurmamalıyız. Doğal tuzları tercih etmeliyiz. Mısır şurubundan uzak durmalıyız. Harika! Ama şeker pancarına benim ülkemde bağırta bağırta nasıl kota koyuyorlar, zeytinyağını battı bitti, geberdi denen Yunanistan nasıl benden daha fazla sübvanse edebiliyor, ulan dünyanın bütün fındığını neredeyse tek başıma üretiyorken nasıl bu meretin borsasını alıp Avrupa’da kurabiliyorlar konumuzun dışında. Tabii ki. Dışında. Tütünü niye demet demet söktük bir daha ekemedik, haşhaş üreticisiyken nasıl saman ithal eder olduk bilmeyelim. Olur. Ne oluyor da devlet neredeyse yalvarıyorken parasıyla ekip biçecek, hayvan yetiştirecek adam bulamıyor? Yok. Sormayalım. Peki sormayalım.
GEZİ’NİN İLK ÜÇ GÜNÜ, DARBENİN İLK ÜÇ SAATİ
Her şey birikiyor. Borç gibi, yüzümüzdeki kırışıklıklar gibi, kalbimizdeki kara lekeler gibi, dilimizde küfür gibi. Tortu gibi. Birikiyor. Sorulan her sahte ve sorulmayan her gerçek soru, verilen ve verilmeyen cevaplar birikiyor. Her şey geceye, güne, seneye birikiyor. Hayata birikiyor. Gezi olayları âcizane kanaatim en başta solun, liberal solun, Kemalistlerin, müzmin muhaliflerin ve bunlar dışında Gezi’ye katılan okur-yazarın üzerinden geçti. Gezi, bu çevrelerin kavrayış kalibresini, entelektüel seviyesini ve frekansını gündelik siyasetin diline ve tam da gündelik siyasetin vasatında sabitledi. Ki gündelik siyasetin dili irtifa ve zenginlik bakımından ülkenin eğitim ortalamasının dilidir. Kimileri bu son dört-beş yıldaki saldırgan ve çirkin entelektüel çözülmeyi bir tür sirkat söylemek olarak algılamayı tercih etse de ben toplamda ülkemizin çok ciddi bir kaybı olarak görüyorum. Benzer bir entelektüel sıtma 15 Temmuz sonrasında sağda ve muhafazakar sosyolojide yayılıyor. Çok benzer bir özgüv en, benzer bir düşünsel fakirlik ve benzer saldırgan ruh hali, şekil değiştirse de aynı kalibrede bu tarafta kendini gösteriyor. Duygusal üniforma böyle bir şey. Orada sadece sloganlar patlıyor, marşlar çalıyor ve davul sesleri işitiliyor. Orada sadece dostlar ve düşmanlar var. Sadece biz, çok haklı olan, çok sahici bir haklılığın çatısının altında biz varız. Ve tabii ki karşıda da onlar. Olayların, sosyolojik ayrıntıların, takvimlerin ve süreçlerin mahiyetini değil sadece entelektüel çoraklığı sesini kapatarak izlediğimizde insanların kavrayışımızda uyandırdığı haleti kastediyorum. Çok benziyor.
Sıhhat istiyorsak, sahilik istiyorsak, sahiden sahicilik istiyorsak eğer, çevrecilikten darbecilere karşı çıkma azmimize, doğaya bağlılığımızdan mukaddesatımıza sadakate kadar, dostlarımıza omuz vermemizden düşmanlarımıza karşı duruşumuza, mücadelemizden itikadımıza kadar kimliğimize raptettiğimiz ne varsa söküp tek tek masaya koymak zorundayız. Kişiliğimizi, kim olduğumuzu, nerede durduğumuzu, o durduğumuz yerden bakınca ne gördüğümüzü tek tek masaya çıkarıp koymak zorundayız. Instagram’a değil ama, masaya. Nasıl biri olarak göründüğümüzü değil ama nasıl biri olduğumuzu. Kim gibi olduğumuzu değil, kim olduğumuzu. Muhasebe yapıyormuş gibi görünerek değil ama muhasebe yaparak.
DOĞAL GÖRÜNÜM
Neredeyse hepimizin bilerek düştüğü bir tuzak bu: Sahicilik tuzağı. Özel hayatımızda da, sosyal dünyamızda da, ideolojide de, inanç sahasında da bilerek bu tuzağa ayağımızı kaptırıyoruz. Hâlbuki adına sahicilik veya doğallık denen sınav öyle bir şeydir ki o sınavda yüz üzerinden doksan dokuz alırsan sınıfta kalırsın. Az sağır diye bir şey olmaz mesela. Bir kimse ağır işitiyor olabilir. Veya biri az görüyor olabilir. Uzağı ya da yakını zor seçiyor olabilir. Az kör değildir ama. Az sadakat veya çok sadakat diye bir şey olmadığı gibi. Ya da ölmek üzere diye bir şey vardır ama az ölü diye bir şey olmaz. Bir 15 Temmuz şakası var ya hani: ‘’Hiç mi ölmemiş?’’ diye. Onun gibi aynı. Sahicilik öyle bir şey. Ya sahiden bir endişe sahibisindir ya değilsindir. Bir şey hakikaten ya tabiidir ya değildir. Sahteliğimizi en saldırgan hallerimizle, en anlayışsız öfkemizle, en güya laf anlamaz şartlanmışlığımızla örtmeye çalışıyoruz. Sadece 15 Temmuz veya Gezi için söylemiyorum; artık en sıradan ihtilaflarımızda, basit gündelik meselelerde bile o güya sahici üniformayı geçiriyoruz sırtımıza. Sahicilik tuzağına bile bile ayağını kaptıran ya mesela çevreci duyarlılığı zirve yapmış bir melek oluveriyor ya da diyelim ki Kudüs uğruna canını vermeye hazır bir mücahit. Ya Türkiye’nin son zamanlarda Çanakkale’den de çetin bir darboğazdan geçtiğini savunuyor ya şeytana ruhumuzu sattığımızı. Sayısız örneği var bu hallerimizin. Hemen aklınıza geldiği gibi; kendinizden, çevrenizden, internetten, oradan buradan hatırladığınız gibi. Sayısız. Neyin ne olduğunu konuşmaya kimsenin, hiçbirimizin niyeti yok ama. Hiçbir soruya hiçbirimizin tahammülü yok. Bu durumumuzun, bu halimizin aslında hiç de sahici olmadığını, hiç de kendiliğinden olmadığını, sorgulandığında darmadağın olacağını adımız gibi biliyoruz bir yandan.
İHLAS İSTANBUL’DA BİR HOLDİNG ADIYMIŞ
Sahicilik, doğallık, dürüstlük, ihlas, samimiyet yani insanın katışıksız ve berrak tabiatı, tam yani eksiksiz yaratılışı hepimiz için aslında en temel meseledir. İnsanın kendisi ve başkaları için gerçekten iyilik isteyebileceği yer orası. Katışıksız ve gerçek herhangi bir istekte bulunmak, bir iyilik isteyebilmek, toparlanma, ilerleme, kurtulma, temizlenme, aydınlanma, ilh. isteyebilmek için ayağını oraya basmak zorundasın. Herhangi bir kötülüğe itiraz etmenin de başka bir yolu yoktur. Gerçekten konuşmanın başka bir zemini olmadığı gibi. Meşhur bir laf var, ‘’Bir yerde konuşulamayacak tek bir şey dahi varsa orada aslında hiçbir şey konuşulmuyordur’’ diye. Aynen öyle. Her şeyin sorulabildiği yerde cevapların bir kıymeti olabilir ancak. Eğer her şey konuşulabiliyorsa, orada bir şey konuşulabilir. Bir yerde karşısında, öncesinde veya sonrasında soru soramayacağınız bir cevaba inanmanız isteniyorsa, konu din bile olsa -hatta özellikle dinse- kesinlikle o cevabı kabul etmeyin. Gerçek doğru, insanların o doğrunun doğruluğu üzerine anlaşmış olmasıyla doğru sayılmaz. Doğru gerçekten doğruysa doğrudur. İnsanların bir olup kabul etmesi veya etmemesiyle durum değişmez. Tabii olan ya da sahici olan da insanların üzerinde anlaşarak ortaya çıkardığı bir şey değil. Tabiiymiş gibi görünmen, herkesin de bunu öyle kabul etmesi başlangıç için bile yeterli değil. Bir yerde açığa çıkacak. Yatsı okunacak. Mum sönecek. Tortuları kazıyıp birikenlerin darasını alıp üzerimize taktığımız, dilimizin altına sakladığımız, ağırlık yapan her şeyi teker teker bir kenara bırakarak muhasebeye oturmak zorundayız. İnsan kendinden kaçamaz çünkü. Yakalanır. Bugün olmazsa yarın. Burada olmazsa orada. Bu dünyada olmazsa öbür dünyada; yakalanır. Vallahi aklımda hadisle bitirmek yoktu ama hadis-i şerifi daha önce duyanlar ne demek istediğimi tahmin edecek. Sözün vezni beni buraya getirdi. Tam da neyi nasıl yapacağız diye soran varsa cevap olsun diye söylenmiş gibi. Bak sonra ağlama der gibi. İş işten geçmeden muhasebeye otur der gibi. Şu beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bilin diyor ya hani... ‘’İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, hastalıktan önce sağlığın, meşguliyetten önce boş vaktin, fakirlikten önce zenginliğin, ölmeden önce hayatın.’’
Hey Allah’ım! Allahumme salli ala Muhammed.