Gerçekliği yeniden elde etmek
Gerçekçi olmak, gerçekle yetinmemektir. Yeni daireler, başka mümkünler yaratabilmeli insan. Ebelenmekten korkmamalı. Modern insanı korkuları şekillendirmektedir. Ve insan en kolay, kendini güvende hissettiği zaman dizayn edilir. Toplumlar da böyledir. Güvenlik hissi, beraberinde uyuşukluğu da getirir. Durgun suyun kirlenmesi gibi, sabit gerçeklerin uyuşturduğu toplumda kirlenmeye mahkumdur.
Yaşıyoruz. Hayallerimiz ve gerçekliğimizle birlikte. Çocukken oynadığımız bir oyun vardı. Adı “zımba”. Yere 1-2 metre çapında bir daire çizilir. Ebe bu dairenin içine girer. Diğer oyuncular oyun alanına dağılırlar. Ebe “Zımba!” diye bağırır. Bu, oyunun başladığını işaret eder. Daireden tek ayağı üzerinde sekerek çıkan ebe oyunculardan birini ebelemeye çalışır. Ebelediği oyuncu yeni ebe olur. Eğer ebenin havadaki ayağı yere değerse, dönüp dairesine girene kadar, herkes ebeye yavaşça vurur. Bu durumda ebe hemen dairenin içine girmelidir. Ebe dairenin içinde güvendedir. İşte hayatımız bu oyuna fena hâlde benziyor.
Bazen hayellerimiz için dairenin dışına çıkıyoruz bağırarak ve isteyerek, başaramazsak can havli ile dairenin içine kendimizi zor atıyoruz.
Gerçekliğimiz o daire gibi. Bazen hayellerimiz için dairenin dışına çıkıyoruz bağırarak ve isteyerek, başaramazsak can havli ile dairenin içine kendimizi zor atıyoruz. Gerçekliğimiz bir daire kadar sınırlı, kendimizi güven içinde hapsediyoruz oraya. Çıksak bile, aklımız orda, daireye odaklı olarak uzaklaşabiliyoruz. Kemal Tahir bu durumu çok harika ifade eder; “Gerçekçi olabilmek çok zordur. Çünkü gerçek, bir kez elde edilince sürgit kullanılmaz. Her durumda gerçekliği yeniden elde etmek gerekir”.
- Biz o çocuk oyunundaki daire gibi, elde ettiğimiz gerçekliği, ki çoğu zaman toplumun bize doğrudan verdiği birşeydir, sürgit ömrümüz boyunca kullanırız.
Kurt Vonnegut da aslında Kemal Tahir’e çok paralel bir şey söyler; “Sadece gerçeklerle yetinen insanları anlayamıyorum.” Bu iki önemli tespiti birleştirerek şunu söyleyebilirizi: Gerçekçi olmak, gerçekle yetinmemektir. Yeni daireler, başka mümkünler yaratabilmeli insan. Ebelenmekten korkmamalı. Modern insanı korkuları şekillendirmektedir. Ve insan en kolay, kendini güvende hissettiği zaman dizayn edilir. Toplumlar da böyledir. Güvenlik hissi, beraberinde uyuşukluğu da getirir. Durgun suyun kirlenmesi gibi, sabit gerçeklerin uyuşturduğu toplum da kirlenmeye mahkumdur. İnsanın gerçeklik ile olan bu tuhaf ilişkisinde kilit taşı dildir. Çünkü zihnin sınırları, dilin sınırlarıdır. İfade edilemeyen şeyin gerçekleşmesi de mümkün değildir. İşte şiirin tarifsiz gücü de burada ortaya çıkar.
Yine Kemal Tahir’in ifadesiyle “her durumda gerçekliği yeniden elde etmek” tam olarak şiirin tarifidir işte. Şiir dilin mümkünlerini ve sınırlarını tanımaz. Bu mümkünlerin ve sınırların çizdiği gerçekliği de kabul etmez. Ancak burada bir fark var, o da şudur ki, şiir gerçeküstü bir şey demek de değildir. Gerçekliği yeniden, her durumda, tekrar elde edebilmek, gerçek manada özgürlüktür.
Gadamer için mesela insan, doğası gereği koşullanmış bir varlıktır. Bunun ötesine geçmek de ancak dilde olanaklıdır. Bu bakımdan dünyayı ve kendimizi anlamamızın dolaysızlığı dilde korunur ve başkalaşır, çünkü Gadamer’e göre bizler sonlu varlıklar olarak çok uzaklardan gelmişizdir ve bir mesafeye doğru uzanırız. Ebelenmeden, sobelenmeden dairenizden çıkıp daha büyük bir daire çizebilirsiniz. Şiir gerçektir ve hatta gerçeğin hammadesidir. Türkçenin mucidi Yunus Emre ise meseleyi şu şekilde çözmüştür bile; “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası”...