Gençlerden umudu kesmemek
Bu kuşak aile büyüklerinin sahip olduğu değerlerden ve dilden giderek uzaklaşıyor, aile büyükleri de çocuğun dünyasını, konuştuğu dili bilmiyor çünkü onlar bu dijital çağın yerlisi değil, göçmeni.
Tarihin hangi dönemine bakarsanız bakın, toplumun daimî olarak genç nesilden şikayetçi olduğunu göreceksiniz. Eski yazıtlarda, edebi eserlerde, türkülerde, deyişlerde hep gençlerin değiştiğinden, söz dinlemediğinden ve asiliklerinden söz edilir. Yunan şairHesiod’un söylediklerine bakalım: “Bugünün gençleri öyle sorumsuz ve vurdumduymazlar ki, yarın ülke yönetimini üstleneceklerini düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Bize ağırbaşlı olmayı, büyüklerimize saygılı davranmayı öğretmişlerdi. Şimdiki gençler ise ne kural tanıyor ne beklemesini biliyorlar. Üstelik duygusuz ve düşüncesiz davranıyorlar.” Bu cümlelerin ne zaman kurulduğunu sorsak herhâlde büyük bir çoğunluk “yakın zamanda” cevabını verecektir çünkü birebir içinde bulunduğumuz günleri anlatıyor fakat Hesiod’un bu düşünceleri M.Ö. 8’inci yüzyıla ait. Yani gençler bundan asırlar önce de bir umutsuzluk kaynağıydı aslında.
Terapi odasında ebeveynleri evlatlarını anlatırken daha da dikkatli gözlemliyorum; omuzlar çökkün, baş öne eğik, eller kucakta birbirine kenetlenmiş bazen de titriyor. Dünyadaki en kıymetli varlıklarının, uğruna canlarını verebilecekleri evlatlarının bir anda nasıl böyle değiştiğini; o uslu, sessiz çocuklarının nasıl böyle agresif ve saygısız olduğunu bir türlü anlamlandıramıyorlar.
Evlatlarının bu hâli onlar için bir bakıma her şeyin sonu demek oluyor, o kadar dikkatle ve özenle büyüttükleri çocukları şimdi dönüşü olmayan yollara giriyor.
Aslında çoğu zaman durum ebeveynlerin anlattıkları ya da düşündükleri kadar kötü ve çözümsüz değil. Onlara bu durumun insanın doğasında var olan bir gelişim süreci olduğunu, ergenlik dediğimiz olgunun Stanley Hall’un ifadesiyle bir fırtınalar dönemi olduğunu, bu fırtınaların bazen kısa bazen de uzun sürdüğünü ama doğru yönlendirmeler ve müdahalelerle sağlıklı bir şekilde dindiğini anlatınca anne ve babaların gözlerinin içi yavaşça parlamaya ve duydukları bu ümitvâr cümlelere sıkı sıkıya tutunmaya başlıyorlar.
Kuşaklar arası zaman farkı giderek düşüyor. Vaktiyle 60 yılda ya da 30 yılda değişen kuşak özellikleri şimdi 10 yıla hatta neredeyse 5 yıla düşmüş vaziyette. Eskiden oğluyla ve torunuyla aynı dili konuşan, aynı gelişmelere maruz kalan ve aynı anlam dünyasına sahip olan dedelerin bugün oğullarıyla konuşması zor, torunlarıyla aynı dili konuşabilmeleri ise ne yazık ki imkânsız hâle gelmiş vaziyette. Çünkü bilgi çok hızlı yenileniyor ve teknoloji günden güne değişiyor. Telefondan kısa mesaj atma konusunu bile öğrenememiş dedelerin torunları, bugün akıllı kol saatleriyle iletişim kuruyor, arkadaşlarıyla beraber takım kurup profesyonel roketler üretip gökyüzüne fırlatabiliyor. Bu durum da hâliyle bir iletişim kargaşasına sebep olabiliyor.
Gençler her zaman anlaşılmadıklarını, onları kimsenin anlamadığını ifade ederler fakat bulunduğumuz dönemde bu söylemleri eskiye oranla daha da artmış vaziyette. Çünkü bu kuşak aile büyüklerinin sahip olduğu değerlerden ve dilden giderek uzaklaşıyor, aile büyükleri de çocuğun dünyasını, konuştuğu dili bilmiyor çünkü onlar bu dijital çağın yerlisi değil, göçmeni. Hâliyle bu uzaklık günden güne artıyor ve gençler kendilerine rol model olarak kendi dillerini bilmeyen ebeveynlerini değil, dijital dünyanın sahte kahramanlarını, fenomenlerini örnek almaya başlıyorlar.
Bu hızlı kuşak değişiminin bir diğer tehlikesi de sahip olduğumuz örflerin, adetlerin, sözel kültürün ve sosyal mirasın giderek aşınması ve nihayetinde kaybolması. Asırlardır aile üyeleri aracılığıyla taşınan kültürel birikim teknoloji çağında sekteye uğradı. Geniş ailede aile büyüklerinin hem söylemleri hem de davranışlarıyla aile üyelerine aktardığı kültür, çekirdek ailelere dönüşüm ve kuşakların birbirinden hızla uzaklaşması sonucunda yeni aile üyeleri için önemsiz bir hâle geldi. Z kuşağı artık aile büyüklerinin değil, büyük teknoloji patronlarının ya da yüksek takipçili Youtuber’ların anlattığı, öğrettiği hikâyelerle büyüyor.
Gençler artık tüketimin merkezindeler. Tüm büyük markalar öncelikli olarak gençleri hedef belirliyor çünkü onların ruhlarında günden güne büyüyen anlamsızlığın ve manevi boşluğun farkındalar. Gençler artık tükettikçe, daha yenisini, en yenisini satın aldıkça mutlu olacaklarına inanıyorlar fakat ellerindeki ürünün yeni modeli çıktığında sahip oldukları mutluluk da kayboluyor, kısır döngü bu şekilde devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde basketbol efsanesi Micheal Jordan’ın sahip olduğu markaya dair bir duyuru gördüm. Duyuruda, sınırlı sayıda satışa çıkacak ayakkabı için önce kayıt yaptırarak çekilişe katılmanız gerektiği ve eğer çekilişi kazanırsanız o ayakkabıyı asgari ücretin üçte ikisi fiyatına satın alabileceğiniz yazılıydı. Yırtılan montuna, pantolonuna yama yapan, lastik terlikleri kopunca çuvaldızı ateşte ısıtıp dikiş için terliğine delik açan kuşağın bu tüketim çılgınlığını anlamlandırması elbette çok zor. Bu tüketim çılgınlığı aynı zamanda gençleri tek tip insan hâline dönüştürüyor. Aynı ayakkabıları giyen, aynı müzikleri dinleyen, aynı dizileri takip eden, aynı kitapları okuyan ve aynı oyunları oynayan gençlerin ne yazık ki büyük bir “şahsiyet” inşa edememe problemi var. Kendilerini ortaya koyabilecekleri, farklılık üretebilecekleri faaliyetlerin içinde bulunmaktan özenle kaçıyorlar. Birileri onların yerine düşünüyor, konuşuyor ve yönetiyor zaten. Sınırları ve karakteri olmayan, tek merkezden yönetilmesi hedeflenen dünyanın ihtiyaç duyduğu vatandaş profili tam olarak bu.
Muhakkak sizler de fark etmişsinizdir Z kuşağı bir şeyleri izlemeyi çok seviyor, sürekli olarak izliyorlar. You- Tube’da, Netflix’te, Instagram’da, TikTok’ta, online dizi ve film izleme sitelerinde sürekli olarak bir şeyler izliyorlar. Dizi sezonları arka arkaya izleyip bitiriyorlar, komik videoları izlemekle kalmayıp bir de sevdiği Youtuber’ın o komik videoları izlerken vermiş olduğu tepkilerden oluşan videoları izliyorlar. Tuhaf bir eylemsizlik ve edilgenliğin içindeler. Akademik yayınlarda bu kuşağın aktifliği, sosyal yardım gruplarındaki rolü ve takım çalışmalarına yatkınlığı vurgulansa da klinik ve saha gözlemlerime dayanarak Z kuşağının sanıldığı gibi etken bir profil çizdiğini düşünmüyorum.
İsimlerden, tanımlamalardan ziyade çağın ruhuna ve davranışlarına dikkat kesilmeyi önemsiyorum. Şu an çevremizde örnek olarak gösterebileceğimiz Z kuşağına mensup binlerce genç var. Bizim vazifemiz bu gençleri böyle örnek kılan değerlerin ne olduğunun farkına varmak, bu değerlerin topluma nasıl yayılabileceği üzerine kafa yormak. Umutsuz değiliz, tüm sorumluluğu gençlerin üzerine yıkıp kenara çekilmeyeceğiz. Güzelin ve iyinin temsilcisi olup gençlerimize el uzatmayı en büyük ödev bileceğiz. Bu karanlık ancak böyle aydınlanır.