Geçmişi bilmek günümüze ulaşmanın tek yoludur
İyimserlik ve karamsarlık, düşünce için işe yarar kategoriler değildir. Marx’ın Ruge’a yazdığı mektuptaki gibi: “Bana umut veren tam da bu çaresiz durumdur.” Herhangi bir radikal düşünce, her zaman çaresizliğin en aşırı konumunu benimser. Simone Weil, “Kalplerini boş umutlarla dolduran insanları sevmiyorum” demiştir. Düşünce benim için sadece budur: “Umutsuzluğun cesareti”. Ve bu aslında iyimserliğin en yüce hâli değil midir?
Söyleşi: Peppe Sava
Cins için çeviren: Hüdanur Akkuzu
2012 yılında Regusanews’den Peppe Savà’nın çağımızın önemli filozoflarından Giorgio Agamben’le; ekonomik kriz, bir din olarak kapitalizm, tarihin Avrupa’nın kültürel kimliğindeki rolü, biyo-politika, olağanüstü hâl ve çağdaş sanatın müze ve metalaşma arasında sıkışmış yazgısı gibi çok çeşitli konular üzerine konuştuğu röportajdır.
Berlusconi diğer birkaç Avrupalı lider gibi düşürüldü. Egemenlik üzerine yazdıktan sonra, bu benzeri görülmemiş durumlar sizde hangi düşüncelere yol açmakta?
Kamu gücü meşruluğunu kaybetmekte. Yetkili makamlar ve vatandaşlar arasında karşılıklı kuşkular mevcut. Bu artan güvensizlik bazı rejimleri devirdi. Demokrasiler ise oldukça kaygılı, yoksa İtalyan faşizminin iki katı kadar kötü bir güvenlik politikasına sahip olduklarını başka nasıl açıklayabiliriz? İktidarın gözünde her vatandaş potansiyel bir teröristtir. Asla unutmayın ki yakında her vatandaşın kimlik kartına takılacak olan biyometrik cihazın ilk çıktığında kullanım amacı suçluları kontrol altına almaktı.
Kriz, ekonominin politikadan baskın çıkmasıyla bağlantılı olabilir mi?
Antik tıbbın sözcükleriyle; kriz, hastalığın belirleyicisidir, diyebiliriz. Ancak bugün kriz, artık geçici değildir: Kapitalizmin itici gücü ve iç motorudur. Kriz sürekli devam etmektedir çünkü diğer istisnai mekanizmalar gibi, otoritelerin normal bir süre içinde asla kurtulamayacakları önlemler almasına olanak sağlar.
Monti hükümeti kriz ve acil durum çağrısı yapmakta ve bu hem mâli felaketin hem de İtalya’daki iktidarın üstlendiği uygunsuz biçimler için tek çözüm gibi görünmekte. Sizce Monti’nin bakış açısı gerçekten de tek çözüm mü, yoksa tam tersine demokratik özgürlüklere ciddi sınırlamalar getirmenin bir bahanesi olabilir mi?
Bu günlerde “kriz” ve “ekonomi” kelimeleri kavram olarak değil, insanların diğer türlü kabul etmeyeceği önlemlerin ve kısıtlamaların kabulünü ve uygulanmasını kolaylaştıran bir tür emir kelimeleri olarak kullanılıyor. Bugün, “kriz” demek “itaat edeceksin” demek. Bence herkes için artık şu çok aşikâr ki, sözde “kriz” denilen şey, on yıllardır devam etmekte olup aslında kapitalizmin günümüzdeki olağan işleyişinden başka bir şey değildir. Ve kapitalizmin şu anki işleyiş biçiminde rasyonel hiçbir şey yoktur.
- Neler olduğunu anlamak için Walter Benjamin’in kapitalizmin şimdiye kadar var olmuş ne mütareke ne de kefaret kabul eden en şiddetli, en acımasız ve en mantıksız ama tam anlamıyla bir din olduğu fikrini yorumlamamız gerek.
Kapitalizm, âyini emek ve nesnesi para olan kalıcı bir tapınmayı içinde barındırır. Tanrı ölmedi; paraya çevrildi. Banka, ekonomi uzmanları aracılığıyla, kilise rahiplerinin yerini almıştır ve kredi üzerindeki emirleriyle zamanımızda hâlâ ona bağlı olan, kıt ve belirsiz inancı manipüle eder ve yönetir. Dahası, bugünün kapitalizminin bir din olduğu iddiası en etkili bir biçimde birkaç gün önce büyük bir ulusal gazetenin ön sayfasına konan başlıkla da gösterilmiştir: “Maliyetten bağımsız olarak Euro’yu koru”. Peki, “kurtuluş” dini bir kavramdır, ancak “mâliyeti ne olursa olsun” ne anlama gelmektedir? İnsan hayatlarını feda etme pahasına bile mi? Sadece “sonradan üretilmiş” dinî bir perspektifle ancak bu kadar saçma ve insanlık dışı ifadeler kurulabilirdi.
Şimdi birçok Avrupa ülkesini tehdit eden ekonomik kriz genel olarak bir modernite krizi olarak algılanabilir mi?
Avrupa’yı şu an etkileyen kriz bize söylendiği gibi ekonomik bir problem olmaktan ziyade, her şeyden önce geçmişle olan ilişkimizle ilgili bir krizdir. Geçmişi bilmek, günümüze ulaşmanın tek yoludur. İnsanların ya da en azından Avrupalıların, şimdiki zamanı anlama arayışları, onları geçmişi sorgulamaya mecbur hissettiriyor. “Biz Avrupalıları” içerdiğini belirttim, çünkü “Avrupa” kelimesinin herhangi bir anlamı olduğunu söyleyerek bu anlamın politik, dinî veya ekonomik olamayacağını; ancak Avrupalı insanın -örneğin tarihi ve geçmişi tamamen farklı olan Asyalıların ve Amerikalıların aksine- gerçeğine ancak geçmişiyle yüzleşerek ve muhasebe ederek yaklaşabileceği gerçeğini vurgulamak istedim. Geçmiş yalnızca nesnelerin, geleneklerin, hatıraların ve bilginin mirası değil, aynı zamanda geçmişte olanlara bakarak günümüze erişebilen Avrupalı bir insanın da temel antropolojik bileşenidir.
Avrupa ülkelerinin şehirleriyle (örneğin İtalya ve Sicilya), sanat eserleriyle ve manzaralarıyla sahip oldukları özel ilişki, az veya çok değerli olan şeyleri korumak değil; dışsal ve erişilebilir şeyleri korumak adınadır: Bu Avrupa’nın inkâr edilemez bir şekilde hayatta kalması gerçekliğinin bir sorusudur. Bu nedenle; spekülatörlerin, kârdan mahrum olmayı reddederken, otoyollar ve hızlı tren ağlarının betonlarıyla İtalya’nın kırsal bölgelerini yok etmek suretiyle imha ettikleri şey tam da bizim kimliğimizdir. “Kültürel miras” ifadesi oldukça aldatıcıdır, çünkü bu ifade sadece belirli değerleri kapsar. Ekonomik olarak sömürülebilen, hatta satış için kendi kimliğini tasfiye edebilecek ve fiyat verilebilecek olan tüm değerlerin günümüzde kültürel miras olarak kabul edilmediği görülmektedir.
En ünlü kitabınız, Homo Sacer (Kutsal İnsan), siyasal iktidar ile çıplak hayat arasındaki ilişki üzerine bir çalışma ve her iki terimin de getirdiği zorlukları ortaya koyuyor. Bu iki kutup arasındaki muhtemel aracılık noktası nedir?
Araştırmamın bana gösterdiği şey, egemen gücün, “çıplak hayat” (Yunan’da yeri ev olan biyolojik hayat) ve siyasi olarak tanımlanmış hayat (kentte gerçekleşen hayat) arasındaki ayrılığın köklerine dayandığıdır. “Çıplak hayat” siyasetten dışlandı ve aynı zamanda kendi dışlanmasına tutsak ve dâhil edildi: Bu anlamda “çıplak hayat”, gücün olumsuz temelidir. Bu ayrılık, modern biyo-politikada en uç biçimini kazanıyor. 20. yüzyılın totaliter devletlerinde olan şey, iktidarın (belki de bilim yoluyla) nihai hesaplaşmada, insan yaşamının ne olduğuna ve ne olmadığına karar vermesiydi. Bu görüşe karşı yapmamız gereken, bir daha asla çıplak olamayacak formundan ayrılamayan hayatın, yani hayati biçimlerin bir politikasını tasarlamaktır.
Sıradan bir kimsenin siyasetle yüzleştiği sıkıntı: Hüsnütabir kullanımı (kötü olan şeylerin güzel ifadelerle dile getirilmesi). Bu İtalya’nın kendine özgü koşulları ile mi bağlantılı yoksa bir şekilde kaçınılamaz bir şey mi?
Bugün vatandaşlar ve iktidar arasındaki inanç yitiminin ve karşılıklı şüphenin ötesine geçen ve gezegenin bütününü etkileyen yeni bir fenomen ile yüzleştiğimizi düşünmekteyim. Gerçekleşmekte olan şey, politika hakkında alışkanlıkla düşündüğümüz kategorilerin radikal olarak dönüşümüdür. Yenidünya gücü düzeni, kendisini demokratik olarak tanımlayan ancak bu terimin Atina’da ne anlama geldiği ile ortak hiçbir yönü olmayan bir yönetim modeline dayanmakta. Bu modelin iktidar açısından daha ekonomik ve verimli olduğu gerçeği yakın zamana kadar diktatörlük olan rejimler tarafından bile benimsendiği gerçeği ile kanıtlanmıştır.
İnsanların fikirlerini medya ve televizyon aracılığıyla manipüle etmek, her kararı şiddet yoluyla uygulamaktan çok daha kolaydır.
Bir zamanlar tanıdığımız politik biçimler -ulus devlet, egemenlik, demokratik katılım, siyasi partiler ve uluslararası hukuk gibi- kullanma tarihlerinin sonuna geldi. Artık bu terimler hayatımızda boş formlar olarak yer almakta; çağdaş politika “ekonomi” biçimini, yani şeylerin ve insanların hükümetini kabul etmekte. Bu yüzden tek yardım kaynağımız, daha önce “siyasi yaşam” ifadesiyle tanımladığımız prensip temelinde bütünleyici bir şekilde düşünmektir.
Bugün egemenlik kavramıyla bağdaştırdığınız olağanüstü hâlin, olağanın rolünü üstlendiğini görüyoruz. Ancak vatandaşlar günlük yaşamlarının belirsizliği ile karşı karşıya kaldıklarında ne yapacaklarını kestiremiyorlar. Sizce bu oluşan duyguyu hafifletmek mümkün mü?
On yıllardır kural hâline gelen bir “olağanüstü hâl” içinde yaşıyoruz; ekonomide olduğu gibi, kriz artık normal bir durumdur. Belirli bir süreyle sınırlandırılmış olması beklenen olağanüstü hâl, bunun yerine bugün normal yönetim modelidir ve bu, kendilerini demokratik olarak nitelendiren devletler için de geçerlidir. Çok az insan, 11 Eylül’den sonra getirilen güvenlik düzenlemelerinin faşizm dönemlerinde konulan yasalardan daha kötü olduğunu fark edebiliyor. Nazizm adı altında insanlığa karşı işlenen suçlar, Hitler’in iktidara geldiği ve hiçbir zaman yürürlükten kaldırmadığı bir olağanüstü hâl ilan ettiği için mümkün oldu. Ancak Hitler çağdaş devletlerin emrinde olan aynı kontrol imkânlarına (biyometrik veri, güvenlik kameraları, cep telefonları ve kredi kartları gibi) sahip değildi. Çok rahat söylenebilir ki bugün devletler her vatandaşı sanal bir terörist olarak görmekte. Bunun, demokrasiyi tanımlaması gereken siyasete katılımı azaltmak ve imkânsız kılmaktan başka bir sonucu olamaz. Meydanları ve sokakları güvenlik kameraları ile control edilen bir şehir halka açık bir yer olamaz: Bu bir hapishanedir.
Pek çok insan, politik gücün doğasını araştıran sizin gibi bilim insanlarına büyük bir otorite atfediyor. Peki, bu bilim insanları bizde, klişe bir şekilde söyleyecek olursak, geleceğin bugünden daha iyi olacağı umudunu uyandırabilir mi?
İyimserlik ve karamsarlık, düşünce için işe yarar kategoriler değildir. Marx’ın Ruge’a yazdığı mektuptaki gibi: “Bana umut veren tam da bu çaresiz durumdur.” Herhangi bir radikal düşünce, her zaman çaresizliğin en aşırı konumunu benimser. Simone Weil, “Kalplerini boş umutlarla dolduran insanları sevmiyorum” demiştir. Düşünce, benim için, sadece budur: “Umutsuzluğun cesareti”. Ve bu aslında iyimserliğin en yüce hâli değil midir?