Fuzûlî sayesinde bizim anayasamız cezbedir
"Leyla 2.0" dediğimiz anda zihnimiz tuzağa düşmüş demektir. Maç bitmiş, skor tabelası da maçın sonucunu 2-0 olarak aleyhimize göstermiş demektir.
Sirenleri Taşa Tutun, Şafaktan Çok Önce ve Masumiyetin Son Günleri gibi kitaplarıyla tanıdığımız Selahattin Yusuf ile Leyla'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığına dair konuştuk ve "aşk, 2022 yılında hâlâ bir imkân mıdır?" sorusuna cevap aradık.
Leyla gerçekten yaşadı mı? Aşk ve gerçeklik ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kalpten kalbe bir yol -çünkü mesafe- olmadığında belirir Leyla. Yani bir yangına verdiğimiz isimdir. Dolayısıyla, elbette hiç yaşamadı. Ve yine tabii ki ve elbette hep yaşadı ve insanlık var oldukça yaşayacak. Leyla'yı Mecnun ile birlikte bizlerle tanıştıran büyük şair, aynı zamanda meâlen, âlemde aşktan başka bir şeyin var olmadığını, daha önemlisi, var olamayacağını; aşka en yakın mertebedeki bilginin ise boş bir dedikodudan başka bir işlev edinemeyeceğini söyler. Beni, bizleri burada her şeyden evvel kavrayışın zenginliği çarpmaktadır. Aydınlığın önünü kapatan, çerçeve çizen ve nokta koyan bir muhakeme değil bu. Ucunu açık bırakan, sayılamayacak ve tasnif edilemeyecek olan bilgiye davet eden bir muhakeme. Kapısını tasarıya ve belirlenmişin bilginin sınırlı alanına değil; imgenin sürekliliğine ve düşünmenin hürriyetine açan bir yaklaşım. Düşünsenize Fuzûlî dolayısıyla ve sayesinde bizim anayasamız cezbedir. Bundan daha mutlu, talihli bir şey olabilir mi? Çünkü tükenmezdir o. İmkânı yoktur; çünkü imkânı sonsuza açılır.
Leyla olmasaydı biz aşkı nasıl anlayacaktık? Leyla neyi değiştirdi?
Fuzûlî "Leyla" ile aşkı daha görünür, geçici ve daha anlaşılabilir bir forma ulaştırmak istemiştir muhtemelen. Yukarıda dile getirmeye çalıştığım perspektiften baktığımızda, o bir ilk çağrıdır. Davettir. Yolun başıdır ve ilk adımdır. İnsana yolu da nasıl yürüneceğini de gösteren bir haritadır.
2022 yılında Leyla ve Mecnun bizim için bir imkân mı yoksa bizi daha yolun başında yoran ve yüksekliğinden ötürü aşka dair şevkimizi kıran bir şey de olabilir mi?
Her zaman imkândır. Ama bakalım "aşka dair şevk" diye bir şey var mıdır ki? Aşk bence maruz kaldığımız bir şey. Şevkle veya cehdle ulaşılabilecek bir şey değil. Şevk ve cehd hazırlanmakla ilgilidir. İnsanın kendini hazır etmesi gerekir. Ve sadece bunu yapabilir. Ne zaman hazır olabiliriz aşka? Muhtemelen hiçbir zaman. Ama yine de bir bilgimiz var. Aşk yolunda hazırlanmak çabasının kendisi biriciktir. Anlamlı olan ve bilebileceğimiz şey bundan ibarettir. Gerisi bizim elimizde değil. İçimizin derinliklerindeki o sessiz patlamanın, sarsıntının, hangi güzellik karşısında ve ömrümüzün hangi saniyesinde nüksedeceğini nasıl bilelim? Belki de hiç olmaz. Burada tabii güncel sorun şudur. Bizler, bu zamanın çocukları olarak, bu karşılaşmaya her zamankinden daha az hazırlıklıyız.
Bugün Leyla 2.0'a ihtiyacımız var mı? Hala aşktan bahsederken referans olarak en başa, Fuzûlî'ye kadar döndüğümüzü düşünürsek...
"Leyla 2.0" dediğimiz anda, bu tabiri bu şekilde -yazmak bile değil- tasavvur ettiğimiz anda, zihnimiz bir tuzağa düşmüş demektir. Bu tuzaktan çıkamayız artık. Leyla'nın sesi işitme mesafesinin çok ötelerine düşmüş demektir. Maç bitmiş, skor tabelası da maçın sonucunu 2-0 olarak aleyhimize göstermiş demektir.
Her kavramı o kavramın kelimeleriyle anlıyoruz. Aşkın kelimelerini tekrar nasıl diriltebiliriz? Hakikat dediğimizde bu kelime bugün gençlere donuk ve ağır geliyorken...
Biz dilimizi ve alfabemizi kaybetmiş bir milletiz. Burası kesin. Yeni alfabemizle kör topal ilerliyoruz. Varoluşunu da tartışmadan kendisini tartışabileceğimiz bir -kavramı geçtim- kelime bile yoktur aslında. İşin aslı bu. Evet yeni alfabemizle de hatırı sayılır bir yol yürüyebiliriz gibime geliyor. Peki ama o zaman da eğitim sistemimizin 1947 ABD-Türkiye Eğitim Anlaşması ile bir malikaneden AVM'ye çevrilmiş olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor. Daha önceki fecaatlerin müthiş bir devamıydı bu. Uzun mesele tabii.
Aşk, Batıda daha maddiyken Doğuda daha maneviydi. Köken itibarıyla bu iki farklılığın kaynakları nelerdir?
Bu ikiliğe katılmıyorum. Batı'da bize farklıymış gibi gelen "aşk" kurumu, özellikle 1789 Burjuva devriminden sonraki siyasal/toplumsal/kültürel gelişmelerin bir yansıması sadece. Ama söz konusu bu gelişmeleri Batı'nın aklı başında düşünürleri ve yazarları da ayırıyorlar zaten. Yani aşkın dünyevileşmesi meselesi Batı'da otantik değil; arızidir. Modernleşme ve burjuvalaşma süreçleriyle doğrudan ilgilidir. Yoksa Atala-Rene hikâyesi, Tristan-İsolde hikâyesi, Parma Manastırı, hatta Werther hikâyesi Fuzûlî'ye; mesela Kürk Mantolu Madonna hikâyesinden daha yakındır.
Bugün Türkiye ve Batıyı kıyasladığımızda hala bu farktan bahsedebilir miyiz?
Fark giderek -olumsuz manada- kapanmaktadır. Maddi aşk ve onun bayağı biçimde endüstrileşme süreçleri birbirlerine benziyor artık. Stefan Zweig'in 1925'te yazdığı "Tekdüzeleşen Dünya" denemesi, aradan geçen 97 yıldan sonra artık gerçekleşmiş bir kabustur. Aşka(!) bağlı ekonomik sofistikasyon, pazar payı ve kâr "maksimizasyonu" girişimleri köşeyi -aşağıya doğru- döndü bile. "Aşk" kelimesini artık "ödeme kolaylıklarından" ayrı düşünemiyoruz.
Aşkın ifade dili hep Türkçeyle oldu bu topraklarda. Dil ile aramıza giren mesafe aşkı da anlamamızı zorlaştırıyor mu? Türkçe ve aşk ilişkisini sorsak...
Çok haklı ve doğru bir soru bence. Dil ve mana ikiliğini birlikte ne kadar düşünürsek, düşünmeyi o kadar sahileştirmiş, gerçek zeminine o kadar yaklaştırmış oluruz diye düşünüyorum. Uygarlıkların en belirleyici özelliği, bütün birikimlerini bir güzellik ilkesinin üzerine bina etmeleridir. Bizim güzellik ilkemiz üzerine düşünme alışkanlığımız; dolayısıyla kültürü baştan başa düşünme eğilimimiz yok. Bu yeteneğimizin sekteye uğradığı açıktır. Bu mesele genel anlamda yeniden ele alınmalıdır.