Fırtına öncesi anıtları
Sezai Karakoç’un ömrünü adayacağı bu uçsuz bucaksız yol ve ülke neresidir? Fırtına şiiri dikkatle okunduğunda, şairin yol haritasını çizmeyi tamamlamak üzere olduğu hissedilir.
Ses, sadece kelimelerin yan yana gelişinden oluşan estetik bir yapı değil daha ötede daha derinde; uyarıcı, yaratıcı hatta yıkıcı bir kaynaktır Sezai Karakoç’ta. Sağlığında yayınlanmış kitaplarını (şiirler demiyorum ve henüz gün yüzüne çıkmamış defterleri de unutmamak gerekiyor. Eğer vefatından sonra başlarına bir şey gelmediyse.) ‘Gün Doğmadan’ başlığıyla bir araya getirmiştir. Gün ve doğum kelimelerinin bir arada kalma haliyle sunulması tesadüf değildir. Gün ancak doğunca gün vasfını kazanır, bunu bilir şair. Fakat ona henüz bir doğmamışlık, aradalık, giydirmesi felsefi olmakla birlikte edebi bir umut halesiyle çevrilmesindendir. Umut ölmez erektir onda. Günün doğacağından zerre şüphesi yoktur. Fakat, insanı her tür duyuş ve zihin uyanıklığında tutmak için hazırlıklı olmaya çağırır. Gün doğmadan, doğması mukadder olana hazırlık istencidir. Ve Karakoç’un çağdaş bir divan tasnifi gibi de düşünülebilecek sıralamasında kullandığı anahtar kavram ‘sağanak’tır. Hem hışımlı, hem uyarıcı hem de diriltici bir sesi vardır sağanağın. Şairin maksadının coşku olduğu da açıktır. Her ne kadar sağanak bir yönüyle gücü, şiddeti, yaygınlık arzusu yanında özellikle de baharı çağrıştırsa bile, içten gelen ve önlenemez hasbi çoşkunun şairin yaratımlarını şekillendirdiğini gözlemek gerekir. Cemal Süreya’nın ‘inancının çılgını’ ifadesi sadece dini anlamda değil her yönlü vurguyu karşılar. Bir yönüyle Sezai Karakoç, çılgınca olanı terbiye edip estetik çerçeveye oturtur. Düşünsel olanın gözlem kulesi kılar.
Bahar sağanağı, ateş sağanağı, gölge sağanağı, geometri sağanağı, akış sağanağı, insan sağanağı, gök-yer sağanağı, ebedi yaz sağanağı, kuş sağanağı, sevgi sağanağı, güz sağanağı, kış sağanağı…Gün Doğmadan bu sağanaklar arası ulu bir sağanaktır adeta ve şairin dört mevsimi birer sağanak metaforuyla araya serpiştirmesi gözden kaçmaz. Fakat, Hızırla Kırk Saat’in başına konulan ‘akış sağanağı’ndan hemen önceki ‘geometri sağanağı’na özellikle dikkat etmek gerekir. Sesler kitabına yerleştirilen, Sesler, Köpük, Kav, şiirleri bir yana, Sezai Karakoç, Ödünç Gece 1-2, Güz Anıtı, Gök Gürültüsü Anıtı, Kış Anıtı ve Fırtına şiirlerinde hem modern şiirimiz hem de kendi şiiri adına olağanüstü bir soyutlama atılımına girişir. ‘Geometri’ sıfatı matematiksel çağrışımların yanında duyuşsal formların ve özgür, ilerici, bağlantısız, çılgın ve pek yaratıcı buluşların içinde şiirsel anıtlar diker. Bu şiirler, Karakoç’un yaratıcılık vasfının zirve yaptığı ürünlerdir. ‘Akış sağanağı’ dediği, destansı şiirin ve söylem yanında hayata şekil verme/ toplumu yönlendirme fikrinin öncesinde, kelimenin tam manasıyla saf şiirle zirve yapar. Hatta iddia edilebilir ki, sonradan bir kitap uzunluğuna kavuşacak şiirsel özler burada belirir. Dikkat edilmesi gereken, 1962- 67 arasındaki bu beş yıllık sürede şairin şiiri nasıl tecrübe ediyor olduğudur. Hatıralara yansıyan bu yılların izleğinde de okumak gerekir bu şiirleri fakat her zaman şairlerin yazdıklarına itimat edilemez. Ben, bu dönemde, Karakoç’un kendisini de aşan bir şiirsel atılım ve özgürlük içinde olduğunu düşünüyorum. Yoksa bu ‘anıtlar’ kolayca dikilemezdi.
Üzüm şaraptan biraz ötededir mısraına bağlanacak olsak bir yere doğru açılabiliriz ama varacağımız yer yeterince esen olmayabilir. Şarap, hayatın, dünyevi olanın esrikliğine bağlı kalmak diye çizilir Güz Anıtı’nda. Güz, bir bitiş mi yoksa hasatın verimi mi belli değildir. Fakat şairin ‘ – Bu yağmurun başını derhal kesmek gerektir- parantezine bakılacak olursa, hayattan, olup bitenden, akıp gidenden duyulan rahatsızlık kolayca anlaşılabilir. Soyutlama o derece dibe çekilir ki akıl bir çekinik tohum gibi düşeceği toprağı özler. Fakat izin vermez bu özleyişe şair. İleride, tohumu da, toprağı hatta çiftçiyi de tanımlayacaktır, fakat şimdilik şiirin o amorf ve saf tarafında kaldığı için ileri gitmez, alabildiğine ima eder. İma etmeyi, en geniş manada yeniden yaratır şair bu şiirlerinde. Anlamı ve anlamlandırmayı okura bırakır. ‘Yıkık bir sonbahar duvarıdır eşek/ Geçen yaz ve gelen kış heybelerinde’ onun için. Gök Gürültüsü Anıtı ise tam da şiirin ismiyle paralel bir akımla iner. ‘Keçiler keçiler incil sesli keçiler’ diye ünler mısralar. Et yiyen ağaçlar, kafatası çıngıraklı keçiler, Homeros’a komşu bir duyarlıkla ‘çobanın üfleyerek erittiği kaval’ın önünde birer bahar meşalesi gibi parlayıp geçerler. Yağmur, o ‘sonsuzluk ipinin yağı’ devreye girer. Artık o başı kesilmesi gereken değil, aksine baş uzatılarak arınılması gerekendir. Bunu ideolojik veya söylemin aşağısından konuşarak bildirmez. Duyurur. Kış Anıtı ile beraber, biraz daha sıkı tuttuğu dilini yavaş yavaş serbest bırakır. Adeta, ‘akış sağanağı’ ile somutlanacak haller alttan alta haber verilir. ‘geceleri şimşek aydınlığında saate bakan’ baba metaforu tarihsel olarak geriden inancın öyküsünü de sırtlayarak ağzı köpüklü bir ata dönüştürülür. Artık, persona konuşmaktan ve koşmaktan geri durmayacaktır. Anıtlar dikile dikile ilerlenecektir Diriliş yolunda. Site kurulacaktır. ‘At doğruldu başını daha dik tuttu/ Adam doğruldu atın ipini tuttu/ Gün doğruldu doğu kubbelerini tuttu/ Ve hurma yeli üfürdü atlı adamı güneşle birlikte/ Senin önünde kaldı yalnız uçsuz bir yol ve bucaksız bir ülke.’
Sezai Karakoç’un ömrünü adayacağı bu uçsuz bucaksız yol ve ülke neresidir? Fırtına şiiri dikkatle okunduğunda, şairin yol haritasını çizmeyi tamamlamak üzere olduğu hissedilir. Sezai Karakoç, şiiri duyma, yaşama ve yazma evreleri üzerine fazla konuşmaz ve bu yönde kendisine yöneltilen soruları etkisiz kılardı. Şüphesiz sağanak hali, haller olarak her hal ve şartta devam ediyordu onda. Bir işe giriştiği zaman çılgınca onun insanı olmakla uzunca süre bir işe girişememe halinin psikolojide mutlaka karşılığı olmalı. Hemen her yaratıcı insanda uçları barınan kimi nörolojik haller mutlaka onun için de geçerlidir. Bu hususta bir girişiminin olmadığını hatta eseriyle ilgili yapılan yorumlara aşırı tepki verdiğini biliyorum. Vaktiyle yapılan bir Şeyh Galip sempozyumunda Orhan Okay, biraz serbest yorum hakkını kullanarak ‘Sezai Karakoç’un şuuraltı’ gibi bir tabir kullanmıştı. Şuuraltı Freud’dan beri hemen her birey için geçerli önermelerden birisi olduğu halde kendisinde şuuraltı göndermesinin barınamayacağını sert bir dille dışa vurmuştu. Ne var ki, şair kendi kendinin hekimi olmadığı gibi sanat eserinin psikolojisi kadar şuuraltı da bağımsızdır.
Fırtına şiiri ile açığa çıkan saf şuuraltı mıdır elbette bilemeyiz fakat bağımsız olarak şiirin şuuraltına baktığımızda geleceğin ipuçlarını rahatlıkla görebiliriz. Çoşkun bir yazma ve ifade etme sağanağı, kültürel, inançsal ve güncel yargı ve sınırlamaları ırgalamadan ilerler. ‘Artık ışık ateşin kemiğidir yalnız’ mısraının rehberliğinde, Rilke ile Eliot arası bir alanda (Pound değil) Karakoç’un evrensel bir şiir yasası çatmasına şahit oluruz. ‘Savrulma’ bir ruhsal gelgit değil, verim kanunu olacaktır bundan sonra. Bu sebepten de daha çok dünyaya bağlanacaktır. ‘Savrulabilirim/ Ben yeryüzü harmanı’ demesi anlamlıdır şairin.