Fenomenlere aşkın bir çağrı: Edmund Husserl
Geliştirdiği transandantal fenomenolojik yöntemle modern Avrupa'nın hayat krizini serimleyerek ona çözümler bulmaya çalışan Edmund Husserl yirminci yüzyıl düşüncesine damga vurmuş filozofların başında gelir. Hemen bütün beşeri bilimlerde kullanılagelen fenomenolojik yöntemin mucidi Husserl'in çağrısı açıktır: Fenomenlere dönelim!
NE DÜŞÜNDÜ?
Matematik ve mantık disiplinlerinde aldığı eğitim sonrası kısmen bu eğitiminin etkisinin bir sonucu olarak felsefede "kesinlik" arayışının önemli bir örneği olarak ortaya çıkar Edmund Husserl. Husserl söz konusu olunca onun öne sürdüğü düşünceleri dile getirmesine imkân tanıyan yöntemini öne sürülen düşüncelerden ayırt etmek handiyse imkânsızdır. Yirminci yüzyılın başlarında Yeni-Kantçı, Yeni-Hegelci, pozitivizm vb. olmak üzere felsefeyi handiyse sadece epistemolojik sorunları tartışmaya indirgeyen, ona en fazla doğa bilimlerinin epistemolojik temellerini belirleme görevini veren bir fikri iklimde felsefeye dünya hakkında kavrayışsal ve külli diyebileceğimiz bir bilgiyi sağlamasına elverecek bir zemin tahsis etmek üzere "fenomenlere (şeylere) dönmeli" (Almancası, zurück zu den Sachen) şiarıyla düşünmesini şekillendirdiğini görürüz Husserl'in. Fenomenlere dönmenin yolu da elbette fenomenolojidir. Yani fenomenlerin bilimi. Husserl'in kastettiği, Takiyettin Mengüşoğlu'nun altını çizdiği gibi mahiyet (wesen, essentia) fenomenleridir.
Fenomenolojiyi a prirori-tasviri bir bilim olarak niteleyen Husserl, onu başka bir mahiyet bilimi saydığı geometri ile mukayese ederek şöyle der: "Geometri ve fenomenoloji pür mahiyet bilimleri olduklarından real mevcudiyet hakkında hiçbir fikir ortaya koymazlar. Bu sebeple bu bilimlerin dayanabileceği temelleri, aktüel idrak ve tecrübe ile elde edilen sonuçlardan çok vazıh fiktion'lar sağlar." Düşünmenin hemen her zaman yönelimsel olduğunu vurgulayan Husserl'in özne, bilinç, öznelerarasılık, başkalık, yönelimsellik, transandantal (aşkın), immanent (içkin), fenomen, fenomenolojik tavır, epoke (doğal tavrı paranteze alma), tesis etme (konstitüsyon) vb. diğer kavramlar setiyle birlikte felsefeye "kesinlik" (apaçıklık, evidenz) için gereken bakış açısına ulaşmaya çalışır. Her ne kadar bu yolda bir sentez oluşturmaya çalışsa da düşüncelerini Hegelci manada bir sistem hâline getirmekten ısrarla kaçınan Husserl, hem realizm ile idealizm arasında hem de öznellik ve nesnellik arasında var olduğu iddia edilen çatışmaları aşma çabasına yönelir.
NASIL DÜŞÜNDÜ?
İncelikli ve titiz düşünümlerle ortak bir anlama zemininin nasıl tesis edilebileceğini soruşturan Husserl, Descartes'in ünlü şüphesine benzer bir tarzda, başka bir bilincin var olmasına dair bir şüphe duyulabileceğini, ancak kişinin kendi bilinci için aynı durumun geçerli olmadığını da savlar. Platon ve Kant'ın boğuştuğu ontolojik problemlerle bir de kendisi uğraşan Husserl, bazı çözümler üretse de bu kez ortaya çıkan yeni problemlere çözüm aramak zorunda kalmıştır. "Fenomenoloji görerek, aydınlatarak, anlam belirleyerek ve anlam ayrımı yaparak yol alır. Fenomenoloji karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar, parçalara böler, öğelerine ayırır. Ama her şeyi saf görmeyle yapar. Kuramlaştırmaz, matematikleştirmez; zira, tümdengelimli kuram anlamında hiçbir açıklamada bulunmaz." diyen Husserl'in bu deyişine uygun olarak fenomenolojik tavrını geliştirdiğini düşünebiliriz.
Zaman ve mekân kaydına tâbi olmayan "nesne"- lerin olduğunu savlayan Husserl, onların fenomen hâline getirilebileceğine de kanidir. Yani "görülebilir", "idrak edilebilir" (anschaung) bir hâle getirilebilirler. Fenomenlere yönelik fenomenolojik tavrı doğal tavırdan ayırt ederek öne süren Husserl, doğal tavrın fenomenolojik redüksiyon (indirgeme), yani paranteze alınarak fenomenolojik tavrın yöneleceği alanı fenomenolojinin temel alanı olarak belirliyor. Husserl'e göre, varlık, ancak bilinçle kâim, yani, ancak bilinçle var olabilirken; bilinç, varlıkla kâim değil, varlığa bağlı değildir. Varlığın yok olduğu varsayılsa bile, bu varsayımın neticesinde bilincin özüne ilişik herhangi bir şey olmaz. Varlığa bakış bakımından burada Husserl üzerindeki Platon etkisini sezmemek mümkün değildir. Fenomeni ancak bilinç karşısındaki fenomen olarak kavrarsak, yani her nesneyi ancak bir bilinç nesnesi olarak düşünürsek bir anlamda nesnenin olabilmesi için bir özne, öznenin olabilmesi için de ancak bir nesne gerekeceğini görebiliriz.
NEREDE DÜŞÜNDÜ?
20. yüzyılın başlarından İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önceye, 1938'e dek matematik ve felsefe alanlarında yazan bir filozoftur Husserl. Hayatı boyunca sürekli not alıp yazmış ve böylelikle yaklaşık 46 bin sayfaya ulaşmış elyazmalarında ileri sürdüklerinin tamamı hâlâ tam anlamıyla çözümlenmemiş bir filozof olduğu göz önüne alınırsa onun "şu konuda şöyle düşündü" diyebileceğimiz birçok ayrıntıda zaman zaman bu türden deyişleri yanlış çıkarabilecek yahut daha incelikli ve farklı söylemeyi gerektirebilecek görüşleri olabilir pekâlâ. Daha 1901 tarihli Mantıksal Soruşturmalar kitabında yer alan "fenomenlere (şeylere) dönmeli" cümlesiyle ifadesini bulan çağrının Münih ve Göttingen gibi şehirlerdeki henüz oluşmakta olan fenomenolojik grupları etkilediğini bildiğimiz Husserl'in yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaşa sebep veren büyük fikri, kültürel, bilimsel, iktisadi ve medeni bunalımı sezen ve bu bunalımın ana hatlarını tasvir eden bir filozof olduğu da açıktır.
1936'da verdiği ünlü konferansta bu bunalımı "bilimlerin krizi" olarak adlandırmış olsa da bilimlerin krizinin nihayetinde Avrupa'daki hayatın radikal hâllere dönüşmüş bir krizi olduğuna da kaildi. Özellikle kitschleşip popüler kültürde de sık sık kullanılacak kadar yaygınlaşmış ve ilkin büyük bir Alman sosyolog olan Georg Simmel tarafından kullanıldığını bildiğimiz lebenswelt (yaşam dünyası) deyişinin – ki ben bu deyişi "hayat-alanı" olarak tercüme etmeyi daha uygun buluyorum- açıklamasını en vazıh şekilde görebileceğimiz bu metinde Husserl'in şu cümlesinin altı çizilmeli: "salt olgusal bilimler salt olgusal insana neden olur."
NEYİ DEĞİŞTİRDİ?
Husserl Avrupa'daki krizin temel sebebini hayat-alanımız ile teorik dünyamız arasındaki birliğin bozulmasında bulgular. Husserl'e göre Avrupa'daki krizin sorumlusu bu hayat alanımız ile teorik dünyamızı birbirinden ayıran ve bu ayrımı da sağlamlaştırıp sarsılmaz bir doğrulukmuşçasına savunanlardır. Edmund Husserl'in neredeyse yarım yüzyıla varan fenomenolojik düşünmesinin en önemli sonucu elbette yirminci yüzyılda ortaya çıkmalarına karşın kısa zamanda kendi "post"larını türetmiş yapısalcılık, analitik felsefe vb. diğer felsefi yaklaşımlara karşın hâlâ yeni araştırma ve bakış açılarıyla zenginleştirilebilecek, dirençli bir felsefi yaklaşımı ortaya çıkarması değildir. Aynı şekilde Galilei ve Descartes'ten beri süregelen modern bilimsel çalışmaların değerlendirilmesine dönük olduğu söylenebilecek pozitivizm, tarihselcilik vb. ayrım ve ikilemlerin nasıl ele alınması gerektiğini hatırlatan bir yöntemi de sunmasını da eş ölçüde bir başarı addetmek gerekir.
Kendi felsefi yaklaşımını geliştirirken Platon, Descartes, Kant, Hegel vb. birçok filozofla bir şekilde etkileşime geçen, onların yaklaşımlarının bazılarını gâh olumlayarak gâh reddederek yol alan bir filozof saydığımız Husserl'in ampirizm, psikolojizm, solipsizm vb. tehlikelere karşı da son derece sakınmalı bir yaklaşımla hareket ettiğini görebilmek mümkündür. Max Scheler aracılığıyla felsefi antropolojiye (Nikolai Hartman'ın bu alandaki en tanınmış filozof olduğunu söyleyelim), öğrencisi Martin Heideggere yoluyla varoluşçu akımlara, Moritz Geiger, Alexander Pfander gibi Alman filozoflara esin vermiş Husserl'in fenomenolojik yönteminin Emmanuel Levinas, Jean-Paul Sartre, Jacques Derrida, Jean-Luc Marion gibi çağdaş Fransız felsefesine nüfuz yollarının da hâlen sürdüğü söylenmeli. Fenomenolojinin salt felsefede değil modern beşeri bilimlerin sosyolojiden psikolojiye, tarihten antropolojiye hemen her sahasında etkili bir şekilde kullanıldığını da yeri gelmişken vurgulamalı.