Evini kaybetmişlere
Evim yıkıldı ve öylece kaldım. Bir süre yas tutmak ve ardından gözyaşlarımızı silip kaldığımız yerden devam etmemiz gerekiyor sanırım. Peki ama niye? Tüm bu yıkımdan ve yağmadan sonra ruh neye tutunarak ve ne için ayağa kalkacak? Yaşarken ve yaşayanları izlerken şunu fark ettim ki insan her zaman bir sebebe, amaca tutunup yaşamıyor.
İkimiz de sessizce yolu izliyoruz. Tatsız bir haziran sıcağı, güneş tepede. Gri H100’ü ben sürüyorum. Nereye gittiğimize dair pek bir fikrim yok. Sadece gidiyoruz.
Sessizliği İzzet bozuyor: “Abi, en çok neyi özledin?” diye soruyor sakince. İç çekerek: “evimi” diyebiliyorum sadece ve en iyi yaptığım şeyi yapıyorum yeniden, susuyorum. Olan, olmayan, olacak olan ne varsa hepsine susuyorum. Çünkü konuşmak bazı anlarda, görünürde bir şeyleri değiştirse de özde hiçbir şeyi değiştirmiyor, bunu çok iyi biliyorum. Susmak hayatla gizli bir anlaşma yapmak gibi. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum ve kabul ediyorum ama lütfen üzerime daha fazla gelme yoksa çirkinliğin hakkında ben de konuşmaya başlayacağım” demek aslında. Yeniden susuyorum.
Hava kararıyor ve ben evimi çok özlüyorum. Bazı zamanlar dünyanın alacasına aldanıp bir şeylerin yolunda gideceğine inanırsın. Talihin hakkında hoş sözler söyleyerek artık bir şeylerin değiştiğini ve hayatın eskisi gibi devam etmeyeceğini düşünürsün. İşte talih sonunda sana da gülmüş ve şans kapıyı çalıp içeriye buyurmuştur. Çekilen onca çilenin, dökülen gözyaşlarının bir mükafatı olarak yeni bir yaşam bahşedilmiştir sana. Fakat tam da böyle zamanlarda dünya bize kendini hatırlatır ve en yüksekten şiddetli bir biçimde yere çakılırız. Kurduğumuz o büyük hayaller, “asla yapmaz” dediğimiz kişiler, inandığımız yüzler bizi aldatır, yarı yolda bırakır, dağıtır. Şaşkın ve hüzünlü gözlerle etrafa bakakalırız. Nereye gideceğimizi, hangi kapıyı çalacağımızı, kime, ne anlatacağımızı bilemeyiz. Evimiz yıkılmış ve biz ortada kalmışızdır.
Evim yıkıldı ve öylece kaldım. Bir süre yas tutmamız ve ardından gözyaşlarımızı silip kaldığımız yerden devam etmemiz gerekiyor sanırım. Peki ama niye? Tüm bu yıkımdan ve yağmadan sonra ruh neye tutunarak ve ne için ayağa kalkacak? Yaşarken ve yaşayanları izlerken şunu fark ettim ki insan her zaman bir sebebe, amaca tutunup yaşamıyor. Ruh ve beden sürdürmeye, mücadele etmeye programlı gibi. Bir müddet yaralarımıza bakıyoruz, ağrıyoruz, kendimizi çaresiz ve bitkin hissediyoruz ama sonrasında içgüdüsel olarak devam etmek, yürümek, oraya varmak için harekete geçiyoruz. Büyük bir kaybın ardından yeniden ayaklanan, yola koyulan insanların çoğu nereye gittiğini bilmez ama: “toparlanmam lazım” deyip bir yere gider. Peki gittiğimiz o yer neresidir? Bunun cevabını sıklıkla yolda öğreniriz ve yazgımız o yolda yazılır.
Evi yıkılan yas tutmalı ve bir zaman sonra yola çıkmalı. Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz isimli kitabında geçer: “Hareket etmezsen acı üzerinde birikir.” Evet tam olarak bu. Hareketsizlik keder kuşlarını tepemize çağırır. Keder kuşları gelince geçmişin karanlık düşüncelerine döneriz. Elimize keşkelerden ve pişmanlıklardan yapılmış bir kürek alıp bugün bastığımız toprağı kazamaya, eşelemeye başlarız. Düşündükçe, pişman oldukça çukur derinleşir ve içine gömülmeye başlarız. İşte bu sebepten dolayı evi yıkılan sağlıklı bir yas tutmalı ve yola çıkmalı. Duygularımızı bastırmadan, özlemlerimizi ifade ederek, kaybettiklerimizi kabul ederek, yitirmenin bu dünyanın temel taşı olduğunu bilerek yola çıkmalıyız.
Bir dönem, tanıştığım insanlara: “eviniz neresi?” sorusunu sorardım ve genellikle insanlar yaşadıkları ilçeyi, mahalleyi sorduğumu düşünüp buna göre bir cevap verirlerdi. Ve ben soruyu biraz daha derinleştirirdim: “güvende, huzurlu ve ait hissettiğiniz yer ya da kişi neresi, kim?”.
Bu soruyu kendinize hiç sordunuz mu? Nereye aitsiniz? Nerede ya da kiminle güvende, huzurlu, ait ve kabul edilmiş hissediyorsunuz? Bir yere, birine ya da bir dünyaya ait olmak insanı sakinleştiriyor, iyileştiriyor. Evini bulunca dünyanın karanlığı korkutmuyor seni. Akşam olunca, yaralanınca, kaybedince, haksızlığa uğrayınca, çaresiz, eksik ve yalnız hissedince dönüp sığınacağın, huzurla yaslanacağın, güvenle uyuyacağın bir yerin olması insana kuvvetli ve sarsılmaz bir zırh giydiriyor. Bu yüzdendir ki evini kaybeden her şeyini kaybetmiş gibi hissediyor.
Yeni bir ev bulmak ya da bir ev inşa etme fikri ne kadar zor ve yorucu geliyor değil mi? Bir yere ya da birine yeniden ait hissetmek, anlatmak, alışmak, orayı sevmek ve güvenmek. Hiç olmayacak ve yaşanmayacakmış gibi geliyor insana. Bazen o gücü bulamıyoruz kendimizde, anlatacak, dinleyecek, oturup bir çay içecek halimiz bile kalmıyor. Kimseye dokunmadan ve kimse bize dokunmadan öylece yaşayıp gidelim diyoruz fakat olmuyor, bir yerden sonra hayat yeniden bizi yanına çağırıyor. Bazen umutlandırarak bazen de umutlandırıp yeniden kırmak için. Ama bir şekilde kendimizi yeniden hayal ederken, tebessüm ederken ve umutlanırken buluyoruz. Şimdi değilse bile gelecekte. Acele etme.
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama kendine yediremediğin o ilk anlarda etrafta tutunacak bir göz ve bir söz ararsınız çaresizce. Fakat herkes yüzünü, sözünü başka yöne çevirir ve gitmeniz gerektiğini anlarsınız. Ait hissettiğiniz o yuvayı terk etmek zorunda kalırsınız. Güzel hatıraları ve gelecek güzel günleri ardınızda bırakırsınız, bir gün geri dönme umuduyla. O geri dönüşler hiç olmasa da.