Elif şehri hakkında bilinen ve bilinmeyen şeyler
Elif Şehri, zamanın kıymetine kimsenin yüz çevirmediği, herkesin birbirine selam verdiği, gönülden gönüle gizli ve açık köprülerin kurulduğu, tabiata efendilik taslamayan bir mimari anlayışın yerleştiği ve mekân-insan ilişkisinin en fıtri düzeyde seyrettiği, “ideal-insani-imkânlı bir mekân” temsiliyetini resmediyordu. Elif Şehri, tüm insanlığa bir teklifti aslında.
Uzun ve yorgun bir gecenin ardından sabahın ilk ışıklarıyla birlikte masallarda anlatılan o efsunlu Elif Şehri’nin kapısına vardılar. Kum tepelerine üşüşen serinlik kalplerini kucaklamıştı. Gök kızıla çalıyor, güneşin, yeryüzünü sarmaya alışmış o sıcacık kollarını açmak için sabırsızlandığı anlaşılıyordu. Şafak güzelliğiyle ulaştıkları Elif Şehri’nin iki kanatlı görkemli kapısı misafirlerine hoş geldin demek için yapılmıştı sanki. Rahman ve Ali’yi yollara düşüren bu masal şehir, yıllar boyu annelerinin uykuya dalmadan önce başucu ninnisi olarak kulaklarına fısıldadığı bir uzak ülkeydi aslında. Her gece hiç durmadan anlatılan uzak ve güzel ülke.
Şafak güzelliğiyle ulaştıkları Elif Şehri’nin iki kanatlı görkemli kapısı misafirlerine hoş geldin demek için yapılmıştı sanki. Her gece hiç durmadan anlatılan uzak ve güzel ülke.
Şimdi o şehrin kapısına varmışlardı işte. Uzak yoldan, ufuk çizgilerini aşarak ve ayaklarına tuz deryalarını doldurarak gelmişlerdi. Uykusuzluktan kirpikleri gözbebeklerine batıyor, retinalarında küçük karıncalar geziniyor ve tenleri ateşte kızartılmış gibi yanıyordu. Elif Şehri’nin kapısında bekleyen ılık bir rüzgâr davetkâr bir esintiyle Rahman ve Ali’ye yolu gösterdi, bu daveti kabul ederek efsunlu şehre girdiler hemen. Heyecanlı bir ürperti inmişti gözlerine. Bir masalın içindeydiler artık. Annelerinin ninnilerine ev sahipliği yapan o beldeyi bulmuşlardı. Zamanın kuşattığı bir hâl içinde mekânın sonsuz yolculuğuna ayak basmanın ferahlığı vardı kalplerinde.
Elif Şehri, kenarları gül ağaçlarıyla kaplı, ferah ve geniş bir taş yoldan oluşan uzun bir girişe sahipti. Rahman ve Ali, susuzluktan neredeyse çatlayacak tuzlu dudaklarını, yolun iki tarafına dizilmiş gül ağaçlarının önündeki buz gibi sular akıtan çeşmelere dayadılar. Mis kokulu, sakin, sıralı çeşmelere sahip geniş yol, susuzluklarını gideren iyileştirici bir pınar idi aynı zamanda. Annelerinin tasvir ettiği gibiydi her şey. Bu uzun yola, zamansızca, uzun uzun baktılar. Elif Şehri’ni görmek için gelenlerin, döndüklerinde bu yolun güzelliğini övmekten yorulup, şehrin asıl güzelliğini anlatmalarına bir türlü sıranın gelmediği söylenirdi hep. Bu yürüyüş sahasına “Esenlik Yolu” deniyordu, şehre gelen misafirler takmışlardı bu ismi aslında. Sonradan “Şehr-i Şura” tarafından da onaylanarak resmen kabul edilmişti. Elif Şehri sakinleri, akşamüstü gezintilerini ve sabah yürüyüşlerini bu yolda yapıyorlardı. Rahman ve Ali, hiç bitmesini istemedikleri bu gülşengâhtan ilerleyerek, günler geceler boyunca yürüdüler. Günler-geceler birbirine kavuştukça “yol”un sırrı da çözülmüştü; sabır. Yürüdüler, yürüdüler…
Ve nihayet şehrin kalbine ulaşmışlardı. Güllerin içinden geçerek gerçek bir masala varmışlardı sanki. Esenlik Yolu, kocaman bir meydana açılıyordu. Meydanın uç kısmının tam ortasındaki taş işlemeli sade bir cami; aşevi, seyir bahçesi ve kütüphaneden oluşan üçlü bir güzelliğe sırtını dayamıştı. Elif Şehri’nin kalbi burada atıyordu belli ki. Şehir, buz gibi çağıldayan bir ırmağa nazır durumdaki seyir bahçesinde oturanlar, camiye-kütüphane binasına girip çıkanlar ve aşevi önünde yemeklerini bekleyenlerle hem canlı bir ahenk, hem de derinlemesine bir intizam içinde ışıldıyordu. Kaos, karmaşa ve kargaşadan uzak, sadelik, nizam ve dengeyle örülü, görenlerin göğsünü genişleten bir havası vardı bu şehrin.
Rahman ve Ali, meydana bakan küçük bir tepeden ahaliyi ve şehri izlemeye koyuldular, zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamamışlardı bile. Hemen oturdukları yerden kalkıp daha fazla vakit kaybetmeden şehri tanımaya devam etmeye karar verdiler. Hem gezip, hem de döndüklerinde annelerine anlatmak üzere gördükleri güzellikleri not ediyorlardı. Rahman söylüyor,Ali yazıyordu. Oturdukları tepeden yavaş yavaş yürüyerek birlikte seyir bahçesine doğru indiler.
Elif Şehri’nin kalbinin attığı bu Merkezî Külliye büyük meydanın bir ucundaydı. Diğer ucunda ise Sonsuz Çarşı isminde, içinde bedestenlerin de bulunduğu, adının hakkını verecek kadar uzun bir kapalı çarşı yerleşkesi vardı. Park, havuz ve yeşil alanla kaplı dev bir şehir meydanının iki yakasında birbirini besleyen ve varlıklarıyla birbirinin teminatı olan iki hayat akıyordu:
- Merkezî Külliye ve Sonsuz Çarşı. Şehir ahalisine göre, bu iki hayat, kalbin ve aklın temsiliydi ve bir şehir, kalp ve akıl ile yaşamaya devam edebilirdi ancak. Şehirlerin de aklı, kalbi ve ruhu olurdu, görmek isteyenler için elbette. Taş ü topraktır zahiri yoksa.
İki kardeş, seyir bahçesinde oturup annelerine anlatacakları güzellikleri düşünürlerken 80 yaşlarında bilge bir kadınla tanıştılar. Kadın, bu iki yağız delikanlının Elif Şehri’ne “misafir” olduklarını anlamıştı hemen. Muhabbet bağına girmeleri uzun sürmedi. Adı Peydu’ydu kadının. Bu şehirde doğmuş ve tüm ömrünü bu şehirde geçirmişti. Çok ısrar etmeleri ve annelerinin hatrını ortaya koymaları üzerine; Elif Şehri’nin hikâyesini anlatmaya koyuldu iki kardeşe kadın.
Vazgeçmenin erdemi; Karizya'nın söylediği
Elif Şehri sakinleri, yıllar yıllar önce yalanın, zulmün, kaosun, düzensizliğin ve yozlaşmanın hüküm sürdüğü Karizya isimli uzak bir kentten, karizmatik önderleri Babardunga’nın teklifiyle ayrılarak, küçük ama yalnızca ilkelerin hüküm süreceği adil bir şehir kurmaya karar vermişlerdi. Adalet, ahlak ve huzurun tesis edileceği bir şehir hayaliydi bu. Aslında Karizya’da rahatları yerindeydi, kentin orta tabakasına mensuptu çoğu. Yozlaşmaya, liyakatsizliğe, rüşvet çarkına, zulme ve adaletsizliğe razı olmadıkları ve bu düzeni değiştirmeye güç yettiremedikleri için, Karizya’dan ayrılarak bir adalet ve gönül şehri kurmayı amaçlamışlardı. Kendileri gibi düşünen bir avuç insanla çıktıkları aylar süren zorlu ve kutlu yolculuk, onları Elif Şehri’ni inşa edecekleri su kaynaklarına yakın bu düz ovaya ulaştırmıştı.
Peydu’nun dedesi Sanur, Babardunga’nın en yakın arkadaşlarından ve şehrin ilk yöneticilerinden biriymiş. Bir avuç idealist insanın Karizya’da yaşadıkları acı tecrübe, toplumsal kaosu besleyen sebeplere karşı erken ve güçlü bir panzehir bulmalarını mecbur kılmış. Bu sebeple oluşturdukları Kurucu Şura’dan Elif Şehri’nin hem mimari (inşa-tasarım) hem de siyasi (akıl-yönetim) açıdan iki temel ilke üzerine bina edilmesi kararı çıkmış. Toplumsal yozlaşmanın kaderini belirleyen bu iki ana unsuru (mimari ve siyaset)“Kurucu Şehir Anayasası” ile koruma altına alarak, gelecek kuşaklara bozulmayacak bir miras olarak kalması sağlanmış. Alınacak hiçbir siyasi karar, ana ilkeler ekseninde belirlenmiş mimariyi etkilemeyecek, ana ilkelere uymayan hiçbir mimari teklif de siyaseten hoş görülmeyecekti.
İnsandaki rububiyet eğilimini ve fıtri temayülleri de göz ardı etmeden, imece usulü olarak başlayan ruh ve kalp onarıcı inşa süreci; Âdem’in gönlüne hitap edecek, nefsini kışkırtmayacak, kalbini yormayacak, ruhunu kirletmeyecek ve zihnini iğdiş etmeyecek bir mimari yapılanma temeline oturtularak incelikli- rikkatli bir işçilik ve uzun yıllar nasır tutan bir sabırla devam etmiş. Kral Babardunga ile yol arkadaşları seneler boyunca adil şehirlerini inşa etmek için uğraşmışlar. Her konuda olduğu gibi; iktisat, bilim, sanat, kültür ve eğitim konusunda da ana ilkeler belirlenmiş, ahlak ve adalet kavramları soyut bir hayalet olarak değil, bizzat somutlaşarak şehrin içinde yaşamaya, nefes almaya başlamış.
Şehir ekonomisi, güven ve teminat üzerine kurulmuş, bu sebeple kervanların uğrak noktası, her türlü malın alınıp satıldığı büyük panayırların cazibe merkezi ve ticaret erbaplarının tarafsız mahkemesi hâline gelmiş Elif Şehri.
Ama en değer verilen insanlar hiçbir zaman tüccarlar, en kıymete değer şey de hiçbir zaman ticaret olmamış. Şairler, ilim adamları, filozoflar, âlimler ve sanatçılar her zaman en iyi şartlarda, saygıyla ve hürmetle ağırlanmış şehirde. Kral Babardunga başkanlığında her ayın ilk günü toplanan Şehr-i Şura’nın onur konukları ise tüccarlar değil, fikir ve sanat işçileriymiş yine ekseriyetle. Şehir biraz da bu köklü düşünce mirasına yaslanarak ayakta kalmış ve nefes almış yıllarca.
Şehir bir ahlaktır
Elif Şehri’ne ortak aklın çalıştırılması ve insani olanın yüceltilmesiyle, kalbiyle akleden bir şehir hüviyeti kazandırılmış. Çeşitli bölgelerden birçok kıymetli ilim adamı şehre davet edilerek, en nitelikli eğitimin ücretsiz olarak verilmesi sağlanmış. Elif Şehri’nin meşhur Hikmet Üniversitesi, oval biçimde inşa edilen şehrin çevresini saran ve büyük bir titizlikle korunan dillere destan “Gözyaşı Ormanı”nın içinde yer alıyormuş. Üniversitede ders veren hocalarla birlikte, şehre ilimle-sanatla uğraşmak için gelenlerin de evleri yine burada, ormanlık alanın içerisindeymiş.
Eğilim ve yeteneklere göre sınıflandırılarak, tabiatın tam kalbinde yapılan “müfredatsız” derslere katılmak için, komşu şehirlerden gelen misafir öğrenci sayısı gün gelmiş şehrin nüfusunu bile aşmış. Hikmet Üniversitesi’nden yetişen öğrenciler gittikleri yerlerde ayrıcalıklı bir statü kazanmaya başlamışlar. Ruh ve beden hastalıklarını tedavi etmek amacıyla kurulan Derman Şifahanesi’nin namı da aynı hızla yayılmış. Elif Şehri, kalbin ve aklın kesiştiği uzun bir yol gibi akmaya başlamış insanların içine. Gönüllere hoşluk, ruhlara hakkaniyet, kalplere sekinet vermiş. Uzak şehirlerde; ninnilere, masallara, şarkılara konu olmuş ve hakkında dinlemeye doyulmayacak nice efsaneler üretilmiş.
Bu arada Elif Şehri ne kadar iyiye, güzele doğru gidiyorsa, “son iyiler” in ayrılmasıyla tedavi edilecek bir hâli kalmayan Karizya’da işler tam tersi bir istikamette daha da kötüleşiyormuş. Tüccar sınıfının doyumsuz arzularını tatmin etmek zorlaşmış. Dev anıt yapılara ve ölen krallara yapılan görkemli mezarlara yer açmak için kesilen ağaçların sonu gelmiş, hiç bitmeyecek gibi kullanılan su kaynakları kurumuş, tarım arazileri tükenmiş, para, altın ve rüşvetle işleyen çark zamanla paramparça olmuş. Biriktirilen günahlar yağmur olup yağmaya başlamış Karizya’ya. Tabiatın intikamı, ayrıcalıklı sınıfın ezdiği mazlumların ahıyla birlikte gelmiş ve beklenen felaket gerçekleşmiş. Ağır ağır büyüyen çürüme koca bir şehri önce zehirlemiş, sonra da dünyadan silercesine yok etmiş. Karizya’yı terk edenlerden bir kısmı Elif Şehri’ne yerleşmek için gelip ricada bulunmuşlar, Şehr-i Şura da aldığı kararla “uyum sağlamaları” şartıyla Karizya sakinlerini şehre kabul etmiş…
Elif Şehri’nin hikâyesini anlatan asırlık asil çınar Peydu, birden durup, nemlenen gözlerini silmeye başlayınca, Rahman ve Ali büyük bir dikkatle dinlemeye devam ettikleri şehrin hikâyesinin en hüzün verici yerine geldiklerini anlamışlar. Peydu devam etmiş anlatmaya; Kral Babardunga’nın bir gece ansızın vefat ettiği haberi gelmiş ve Elif Şehri derin bir yasa boğulmuş. Yedi gün yedi gece Gözyaşı Ormanı’nda Babardunga’ya ağlamışlar. Kurucu Kral’ın vefatından sonra Şehr-i Şura toplanarak en kıdemli üyeyi kral ilan etmiş. Ama toplumsal uzlaşmayla kabul edilen tüm ana ilkeler o günden bugüne hiç değişmemiş, hiç kimse aykırı bir şeyi teklif etmeyi aklına bile getirmemiş hatta.
- Elif Şehri’ni yıllar içinde bir selam ve esenlik yurdu hâline getiren duygu da buymuş zaten; sadakat, ahlak ve adaletten ayrılmanın hiçbir durumda kimsenin aklına bile gelmemesi. Şehir bir ahlaktır ve şehrin mimarisi Tanrı’ya meydan okuyamaz!
Elif Şehri, zamanın kıymetine kimsenin yüz çevirmediği, herkesin birbirine selam verdiği, gönülden gönüle gizli ve açık köprülerin kurulduğu, tabiata efendilik taslamayan bir mimari anlayışın yerleştiği ve mekân-insan ilişkisinin en fıtri düzeyde seyrettiği, “ideal-insani-imkânlı bir mekân” temsiliyetini resmediyordu. Elif Şehri tüm insanlığa bir teklifti aslında. İnsanın mekânla olan ilişkisi, yani şehir-mekân-insan düzlemi, Yesrib’i Medine-i Münevvere yapan duyguyu da (adalet-ahlak) kapsıyor. Şehir kavramı, tüm hakikatiyle; insanların istiflendiği, yerelliğin öldürüldüğü, robotik bir canlılığa mahkûm edilmiş, kaostan beslenen, birbirine benzeyen, çok katlı mezarlıklar ya da yüksek gerilim hatları üzerinden konuşabileceğimiz bir anlam evrenine sahip değildir. Şehir, ahlak ve adaletin tesis edildiği yerdir. İnsan kendi içinde sonsuzluğa açılan bir kapıdır ve bu kapının “yaşadığı” yer, fıtri bir cevabı da içerecek şekilde şehir olmalıdır. Yoksa o kapı sonsuza dek kapanır.
***
Peydu, Rahman ve Ali’ye; “Sizce Babardunga ve yoldaşlarına Elif Şehri’ni kurduran şey neydi?” diye sordu. “Bizi buraya kadar getiren şeyle aynıdır.” diye yanıtladı Rahman.“Karizya’yı yıkan şeyin ta kendisidir.” dedi Ali. “Bütün cevaplar aynı soruya aittir.”, dedi Peydu ve ekledi; “Cevapları biliyoruz, o hâlde soru bizi neden öldürüyor."