El almaza varmadan ırmağı geçiniz
Davranışı önceler Tolstoy. Yani hayatı. Ona göre kötü bir davranış daha kötü bir davranışı engellerken kötü bir düşünce daha kötü davranışların önünü açabilir.
Tolstoy dünyada olan bitenlerin insanlar ve onların davranışları arasındaki bağıntıları paragraf paragraf açmakta ustadır. Eserlerinin neredeyse hiçbirinde metafizik gerilim şartını hissedemezsiniz. Hayatın özü meselesi bir türlü kendisine ilişmez. Hayatındaki ve eserlerindeki onca med cezire rağmen böyledir bu sanki. Benzer bir serencama Türk şiirinde de rastlamak mümkün. Dünyaya hayat ile kayıtlanmış bir bakışla bakan şiir kurgularında usta olan Orhan Veli- Metin Eloğlu çizgisinden bahsedilebilir. İkinci Yeni şairleri içinde de benzer bir durum söz konusudur. Kâmil Eşfak Berki’nin bir yazısından hareketle hayatın özünü aşk ve ahlâk ile şiirleştiren Sezai Karakoç ile bunu cinsellikte bulan Cemal Süreya dışında diğerleri sanırım sadece hayat seferi ya da sarmalı içinde kalmışlardır denilebilir. Turgut Uyar, kendi kıvamına gelmeden önce ilk iki kitabındaki Cahit Külebi etkisini unutturmaya çalışmış, bu şiirlerdeki hayatın özüne değdi değmedi dokunuşunu- “Malatyalı Abdo”ve “Göğe Bakma Durağı” dışında – ıskalamış, uzanıp kendi yanaklarından öpmeye mahkûm kalmıştır. Cahit Külebi şiirindeki temel neydi derseniz Anadolulu ve İslam kalmaktır derim. Hayatın özünü mesele edinebilmek için el yükseltmek gerekebilir. Tolstoy’dan Dostoyevski’ye yol almak gerekebilir. Ara duraklar olarak Turgenyev ve müthiş üçlemesiyle- Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken ve Benim Üniversitelerim- Gorki sayılabilir. Bu noktada Gogol’un Paltosu ne paltoymuş denilebilir. La ilahe illallah dedim. La ilahe illallah ile devam ettim. Soğuktu yağmur çiselemiyordu güneş yüzünü kaçırıyordu. İllallah dedirten ve dedirtecek olanlardan sakındır beni dedim. Şükürsüzlerden eyleme. Üsküdar- Kadıköy ikilisinin ikincisinin isminin daha sofu oluşuna gülümsedim. Safiye Erol Kadıköy’ünü yazmıştı belki ilerde birileri ikisini birden yazar diye düşündüm. Pürüzsüz düzgün parlak yeşil büyük bir Hollanda hıyarı gibi taze ve boş tanımlamasını yapıyor birileri için Türk şiirinde iki ana damar tutku ve etik olarak işaretlenebilir. Karacaoğlan ve Yunus Emre ilk temsilcileridir bu iki ana akımın. Günümüze kadar bu iki çizginin güçlü vasat ve zayıf örneklerinden bahsedilebilir. Ayrıca bu iki ana yaklaşımın birbirlerine yaklaşıp uzaklaştığı durumlar da ele alınabilir. İki denizin birleştiği yer de. Sahi orada ne var? Bir ara bakın isterseniz. Bakalım ne görülecek. Sadece aşk ve ahlâk mı? Hilmi Ziya “Aşk Ahâkı”nı yazmıştı. Ahlâk Aşkını yazan olacak mı? Şimdi Anna’ya döneyim. Daha el yükseltip Faulkner ve Dostoyevski okuyacağım. Sonra bir daha el yükseltip bizimkileri okuyacağım. Birgivi, Konevi, Şehbenderzade ve Karakoç. Ilıya ılıya yaz, soğuya soğuya kış derdi annem. Kaç kere ılıyıp soğudu acaba doğu ve batı ile kuzey ve güney. Yüksek bir yer burası. Dışarda akşam ayazı.
Bir de elalmaz var. En berbatı. Belalısı. Hini ve hinliği ile. Bir gün yazarım inşallah Kafkalarını Canettilerini.
Dıştan bakınca yeşil türbe
La ilahe illallah dedim. La ilahe illallah ile devam ettim. Soğuktu yağmur çiselemiyordu güneş yüzünü kaçırıyordu. İllallah dedirten ve dedirtecek olanlardan sakındır beni dedim. Şükürsüzlerden eyleme. Üsküdar- Kadıköy ikilisinin ikincisinin isminin daha sofu oluşuna gülümsedim. Safiye Erol Kadıköy’ünü yazmıştı belki ilerde birileri ikisini birden yazar diye düşündüm.
Pürüzsüz düzgün parlak yeşil büyük bir Hollanda hıyarı gibi taze ve boş tanımlamasını yapıyor birileri için
Tolstoy. Bu tip birini gördüğünde ve zamanının büyük kısmını böyle biriyle geçirmek zorunda olduğunda kendisi de aynı özelliklerde olan Vronsky çok sıkılır. Ayna canını yakmıştır. Oysa alışabilirdi durumuna ve sürdürebilirdi bu dehşet rezil hali. Alışmak evet. İnsan nasıl alışırsa örneğin opera dinlemeğe sanatçı dedikodularına da alışabilir. İllallah dedirtmesi gereken birçok şey norm halini alabilir. Önce şaşırma yeteneğini sonrasında hayretini yitirebilir. Bu sanatını ve ilmini yani hünerini kaybetmesi demektir.
Çin şairlerini ve düşüşlerini unutabilir. Unutmak bir şey değil, unutmak iyi hissettirebilir. Oysa unutmak ihanettir. Sözünü unutmak ihanettir. Hele ki insan verdiği ilk sözü asla unutmamalıdır. Evet rabbimizsin demiştik. Ancak insandır adı üstündedir uzaklaşan ve yaklaşandır unutuş ve hatırlayış levhası vesikasıdır.
Üç gün üst üste su basan bir evde dördüncü gün su basmamasının şükrü örneğin müthiştir. Bir evde bulunmak müthiştir. Bir evi olmamak daha müthiş ve bunun şükrü daha da müthiştir.
Tolstoy’un eserleri ile kaderi arasındaki geçişimlilikler, bir deja vu duygusu ile ilerliyor ve her defasında kaçıyor. Her kaçış korkaklık değil şüphesiz ancak bir olumsuz tutum alış ve günahkarlığın sarmalı bırakmıyor sanki kendisini. Ruhu acısa kurtaracak belki. Yazık sadece statüsü acıyor. Ve elbette bunları çabucak geçelim diyor.
Dur Taha orada bir taş var sınırı geçiyorsun diyebilse hadleri bilse haddini bilse. Ohhoo dersin sonra insan uzaklaşan ve yaklaşandır ve zalimdir bazen acımasız bazen merhametli ve emaneti kuşanabilendir. Tövbe edebilendir. Dıştan bakasın yeşil türbe içine girersin bostan tarlası Kafka mı dediniz. Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Sevimsiz!
Sadece konuşmak için konuşunca insan doğruları söylermiş. Konuşmak için konuşmak güzel ise susmak için susmanın güzelliğini bir düşünün.
Oda, ev sahibi ve kedi
“Bir oda yaptırdım” diyor Malatyalı Fahri, yüceden yüce. İçinde yatmadım üç gün üç gece diye devam ediyor. Tam bir sanatçı tavrı. Tersi de mümkün. Üç gün üç gece yattıktan sonra çekip de gidebilir bir sanatçı. Bir daha asla uğramaz. Saray demiyor köşk demiyor. Sadece bir oda. Yıllar önceydi. Kısacık bir şiir yazmıştım. “Dünyada /Bir evim olmadı Allah’ım / Yedi bahçeli cennetinde / Bir oda dilerim.” Yayımlandı da bu şiir. Şiiri gören Kemal Sayar, oda yerine köşk kelimesini önerdi. Köşk olsun Hüseyin dedi. Oda kelimesi Kemal’den değerli değildi. Üç gün üç gece yatamamıştım içinde yüceden yüce odası olan şiirde.
Bir de kediler var. Kediye dikkat. Kediler sahiplerinden önce içinde yaşadıkları evi tanırlar sonra sahipleriyle bağ kurarlarmış. Ev sahibi sahiplik iddiasını ev üzerinden sürdürürken, zamanla kedinin kendi sahibi olmaya evrildiğini hissetmeyebilir. Aşırı lüks besinlerle beslenen kediler zamanla avcılık özelliklerini yitirirlermiş. Gam değilmiş. Asıl avları olan insanları avlamışlardır. Kediseverlikle narsistlik arasındaki bağıntıya ise sonra değinebiliriz.
Analojiler genellikle doğru sonuç vermez. Yine de gözümü karartıp “Anna Karenina” romanının kahramanları ve serüvenleri ile Türkiye arasında bir analoji yapabilirim. Hele ki Levin karakteri ile muhafazakâr devrimcilik arasında. Sahi neyin muhafızısınız? Neyin muhafızıyız? Sadece ‘ne’ yin.