Eğilmiş cetvel, bükülmüş kaşık
Cetvelle çizilmiş gibi dümdüz bir caddede yürüyen bir insanın özne olarak bir önemi, kıymeti var mıdır? Kaç adım atarsa atsın göreceği yeni bir şey yoktur aslında. Baktığı perspektif değişmez, görmesi gereken her şey aslında caddenin henüz başında iken gözleri önüne serilmiştir. İnsanın hareketi, o cadde için bir şeyi değiştirmez. İnsan artık özneden çok bir nesneye dönüşmüştür.
Şehri oluşturan ana unsurlardan biri yollar ve sokaklar. Yapıların bir araya gelişlerini, şehir hayatını doğrudan etkileyen belirleyici elemanlar bunlar. Sokaklar hakkında sıkça kullandığımız bir tabir var, “cetvelle çizilmiş gibi” düz. Bunu kimi olumlu, kimi eleştirel anlamda kullanır. Bu sözü hatırlayacağımız bir başka durum ise, Afrika ülkelerinin çoğunda gördüğümüz “cetvelle çizilmiş gibi” dümdüz siyasî sınırlarıdır. Beyaz adam eliyle siyaseten ve doğal olmayan biçimde belirlenmiş bu sınırlar, atlas ve ansiklopedileri ezberlercesine, yutarcasına okuma hatıralarıyla dolu çocukluk yıllarında hep ilgimi çekerdi. İki ülke arasında böylesine masada tasarlandığı belli olan, tepeden inme çizgiler olmasını çocukken tuhaf, ama büyüdükçe ibretlik buldum. Bu düz çizgiler dikte edici Avrupa-merkezli bakışın dünya haritasına kazınmış izleriydi adeta. Peki modern batılı şehirlerin caddelerinin de bu yapay ülke sınırları gibi bir uçtan bir uca doğrusal bir çizgi biçiminde olması anlamlı değil mi?
Afrika ülkelerinin çoğunda gördüğümüz “cetvelle çizilmiş gibi” dümdüz siyasî sınırlarıdır. Beyaz adam eliyle siyaseten ve doğal olmayan biçimde belirlenmiş bu sınırlar, atlas ve ansiklopedileri ezberlercesine, yutarcasına okuma hatıralarıyla dolu çocukluk yıllarında hep ilgimi çekerdi.
Sopa yutmuşçasına dümdüz ilerleyen caddelerde yürüyen insanların küçüldüğünü, önemsizleştiğini, hatta biraz da hakarete uğradığını düşünürüm. Neden böyle düşündüğümü ileride açıklamaya çalışacağım. Bizim eğri büğrü, kaldırımı yarım yamalak, asfaltı bozuk, yağmurda kanalizasyonu taşan yollarımızdan haklı olarak bıkmış biri New York’un bir uçtan diğer ucu görünen bilmemkaç kilometrelik caddelerini veya Paris’in ışınsal sokaklarını, Barselona’nın saray helvası gibi dilimlenmiş yapı adalarını görünce bunları beğeni ve gıpta ile karşılayabilir. Peki ama bu reaksiyonu bir kenara bırakıp, baştan bu yazının konusu olan cetvel meselesini başka nasıl düşünebiliriz? Cetvel kelimesinin “düz çizgi çizme aracı” anlamında kullanıldığı tek dil, Türkçe. Araplar bu alete cetvel değil, “masdar” diyor, bizim de kullandığımız mastar kelimesi… Cetvel kelimesinin kökeni de Arapça olduğuna göre, o dilde hangi anlama geldiğine bakalım biraz. Kelimenin ilk anlamı, küçük nehir, akarsu.
Bizde de bu anlamda kullanıldığı durumlar var, özellikle insan eliyle açılmış su kanallarında. Kağıthane’deki meşhur mesîre alanları, Sâdâbâd’da yer alan Cedvel-i Sîm, yani “gümüş cetvel” mesela. Ama suyun insan eliyle dümdüz bir kanaldan değil de kendi doğal akışı içinde açtığı yol hiç de böyle oklava gibi dümdüz değil. Burada, kelimenin Arapça sözlükteki ikinci anlamı gündeme geliyor, “cedvel: kendi mecrasını hafretmek”. Bu tanımdaki hafriyat, aşina olduğumuz bir kelime. İnşaat sektörünün profesyonelleri bile maalesef çoğunlukla “harfiyat” dese de toprağı kaldırmak, açmak anlamına gelen bu söze yabancı değiliz.
- Su, kendi mecrasını hafrettiği zaman, yani bir cetvel oluşturduğu zaman eğimin yönüne, zeminin sertliğine göre yumuşak kıvrımlardan oluşan doğal bir yol oluşturur kendine. Peki suyun akışında, bu yolu oluşturmasında motivasyonu nedir? Su nereye, ne için akar? Suyun akışı, bir istikamet üzeredir.
O istikameti cazibe, yani suyun aşağı doğru gitmek istemesi belirler. Önüne çıkan engelleri pek de umursamaz, onlarla çatışmaz da. Hedefine, istikametine odaklanır ve ona ulaşmak için en uygun yolu bulur, onu takip eder, kendine bu yolu sabırla açar. Aslında suyun nereye, nasıl aktığını ben anlatacak değilim, böyle bir kasidemizin böyle bir beyti varken:
- Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdür muttasıl
- Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
Türk dilinin ulusu Fuzûlî’nin Su Kasîdesi’nin meşhur beyitlerinden biri bu. Ezberlemiş olanlar çoktur, olmalı. Hâk-i pâyine, yani ayağının tozuna, toprağına yetişeyim, kavuşayım diye ömürlerdir durmadan başını taştan teşe vurarak gezer durur, su. Fuzûlî’nin Kerbelâ’da yaşadığını, Hz. Hüseyin’in türbedârı olduğunu düşününce, su meselesini biraz da yutkunarak hatırlıyor insan. Cetvel kelimesi de “cedele” kökünden türemiş. Bu kökten türeyen diğer bazı kelimeleri tanıyoruz, cedel mesela, sözlü tartışma, husûmet anlamında.
Ama cedîl, müceddel, el-mecdûl gibi kelimelerin bir anlamı mücadele kelimesindeki gibi tartışma, dalaşma iken, diğer anlamı bükülmüş, burulmuş şey demek. Suyun kıvrım kıvrım, burula burula, büklüm büklüm akışındaki gibi. Saç örgüsü bile bu kökten. Bizim mastar çekmek anlamında dümdüz çizgi için kullandığımız kelime, ilk sahibi olan Arapça’da “büklüm büklüm” demek. Osmanlı şehirlerinde evler temel geometrik biçimlerden oluşuyor, batılılaşma öncesinde ev mimarisinde kıvrımlı, fırfırlı hatlar, ovaller vs. pek görülmüyor. Bunun yerine saf geometrik küpler, prizmalar, yüzeyler var. Çıkmalar, geri çekilmeler, saçaklar ve bahçe duvarları ile hareketlenen bu kütlelerin bir araya geliş biçimlerini, sokak belirliyor. Sokağın biçimi ise bu tanımlı ortagonal geometriden biraz uzak, kendi mecrasını kendi açan bir suyun yürüyüşü gibi ahenkle ve yumuşakça bükülerek akıyor. Dönelim ızgara planlı düz bir caddede yürüyen insanın durumuna.
Böyle cetvelle çizilmiş gibi dümdüz bir caddede yürüyen bir insanın özne olarak bir önemi, kıymeti var mıdır? Kaç adım atarsa atsın göreceği yeni bir şey yoktur aslında. Baktığı perspektif değişmez, görmesi gereken her şey aslında caddenin henüz başında iken gözleri önüne serilmiştir. İnsanın hareketi, o cadde için bir şeyi değiştirmez. İnsan artık özneden çok bir nesneye dönüşmüştür. Ekspoze olmuş, ortada kalmış, kaçacağı, sığınacağı bir yer de yoktur. Yürümesi için bir sebep de kalmamıştır onun, yerin altına girip metroya binse ve bulunması gereken yere transfer edilse, daha akıllıca bir iş yapmış olacaktır. Kendi mecrasını “olması gerektiği doğallıkta” açmışçasına kıvrımlı bir sokakta ise insan, bizzat özne hâline gelebilir. Onun hareket etmesi, her şeyi etkileyecek, değiştirecektir. Köşeden bir ucu görülen çeşme o yürüdükçe yavaş yavaş ortaya çıkar, çeşme görünür olduğunda ise az evvel hiç görünmeyen bir ev belirmeye başlar.
Bilginin, hikmetin peşinde Çin’e kadar gitmeye mi razıyız, yoksa uzakta değil avucumuzda bulduğumuz bir medeniyetin akıl tanımı ve tarifini mi esas alıyoruz?
Bu hareket ona sürprizler vaad eder, onunla bir diyalog kurar. Şehir insana sorular sorar, sordurur, cevaplar verir. İnsan hareket ettikçe keşfeder, her an yeni bir oluş karşısında belirir, her an yeni bir duruş. Kendine ayrılmış, bırakılmış alanlar bulabilir, sığınabileceği, kaybolabileceği gölgeler. Şu köşeyi dönüp mahalle meydanına çıkmakla çıkmamak arasındaki tercihin faili hâline getirebilir insanı. Cetvel bir masa başı aletidir ve bizler kâğıt üzerinde düz çizgiler çizmeyi çok severiz.
Adı çizgi çizmek olan sanatımız, yani hat sanatında düz çizgi, hepimizin bildiği Elif harfidir. Bu harfi oluşturan düz çizgi, eğilmez bükülmez ortagonal bir sopa gibi değildir tabi. Onun tatlı kavislerini, belli belirsiz biraz o tarafa, biraz bu tarafa eğilişini lütfen bir hattat bu harfi yazarken dikkatle izleyin. Elif’in dimdik duruşu, doğal bir meyil iledir. İnsanın doğru bildiğini edeple, doğru zamanda, doğru üslupla, doğru kişiye, doğru yerde söylemesi gerektiğini hatırlatıyor. Doğru olacağım diye kaba bir dobralıkla konuşmak, kırıp dökmek, çam devirmek, kalp kırmak oklava yutmuş gibi dikilmek gerçek bir doğruluk mudur?
Bu hoyrat doğruluk anlayışı dümdüz bir çizgi ile ifade edilebilirken, elif harfindeki kavisler, doğruluğu güzellikle ve başka bazı hasletler ile ele alır gibidir. Bunu yok sayacak olanlar bugün mertek ne demek, onu da bilmeyenler. Akıl ile ikramlandığımız ve onu kullanmakla görevlendirildiğimizi biliyoruz. Ama bu aklın hangi akıl, nasıl bir akıl olduğunu kimden öğrendiğimiz de önemli. Bilginin, hikmetin peşinde Çin’e kadar gitmeye mi razıyız, yoksa uzakta değil avucumuzdan ayırmadığımız dijital bir medeniyetin yoluyla bağımlısı olduğumuz akıl tanımı ve tarifini mi esas alıyoruz? Yanlış anlaşılmasın, bu aletin neredeyse bağımlısı biri olarak yazıyorum bunları.
- Aritmetik anlamındaki cebir, zor kullanmak anlamındaki cebir ile aynı kelime. Bu kelime kırılan kemiği alçıya alıp düzeltmek, ıslah etmek anlamına da geliyor. Aşırı matematik hükümranlığı altındaki rasyonel akıl bir çok şeyi ıslah etmek isterken aynı zamanda zor kullanıyor.
Müzikte bir tam ses aralığını iki eşit parçaya bölen tampere sistemin matematik olarak doğru göründüğü, ama aslında akortsuz olduğu gerçeği gibi. Benim bildiğim değil ama sezdiğim, bu cebrî yaklaşıma değil tatlı kavisleri ile büklüm büklüm akan suya, aşağıdan yukarı inerken hafifçe bir o yana bir bu yana nazlanan elif harfine, bir tek frekansta sabit durmayıp tatlı bir vibrato ile titreyen seslere, ressamın fırçasındaki bulanıklıklara daha yakın olduğum. İki kere ikinin bazen dört etmediği, cetvelin eğildiği, kaşığın büküldüğü, saatlerin masadan, ağaç dallarından aktığı bir dünyaya. “Osmanlı şehrinde yollar böyle cetvelle çizilmiş değil, peki neye göre yapılmış?”*
* Osmanlı Şehri, Turgut Cansever, s. 95