Düşüncenin önündeki engeller
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki hesap kitap yapmadan, hiçbir meseleye kendi çıkarını katmadan iş yapılmıyor. Düşünceye grup aidiyeti ve kişisel ikballerini karıştıran bir kamu oluştu. Düşünce hesap kitabı kaldıramaz. Düşünce kişisel ikballeri, grup çıkarını kat’a reddeder. Düşünce saf, yalın, öz’dür... Öyle bir öz ki, hakikatle ilişkisini doğrudanlaştırır.
Türk düşüncesi... Ne güzel bir terkib... Ne güzel bir şans...
Türk düşüncesi diye başlayınca cümleye, Türk düşünür mü, Türk kim düşünmek kim, düşünce var mı ki... gibi kompleksli, ezik, ışığı hala Hint, Çin ve çöllerde ya da Kara ormanlar ve Britanya havzasında görenler çoğunlukta.
Kendi kaynaklarını okumamış, varoluş özden önce gelir deyince, ya da daseini duyunca, saf aklın olanağını, ödev ahlakını, köle–efendi diyalektiğini, “Devlet Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür.” ifadesini duyunca içinin yağları eriyen, ilikleri kıpraşanlar Maverdi siyaset felsefesini, Biruni’den Farabi’ye erdemli şehir ile nefs ve akıl safahatlarındaki derinliği, zıllullahı, erdemler risalelerini, adalet dairesini, varlığın tekliğini, mahiyetin varoluşa etkisini görünce küçümser; küçümsediğini zanneder.
Türk düşüncesi, modernleşmeden sonra daraldı... İmparatorluğa has özgüven kayboldukça, yenilgiler geldikçe, batılılar üstünlüğü eline aldıkça konular sıradanlaştı, meselelerin çapı küçüldü, hassasiyetler değişti.
Nietzsche’nin sofist eleştirisine benzer; doğacılık yaparken aslında kendi iktidar alanını kurmalarını samimiyetsizlik olarak görür zira... Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki hesap kitap yapmadan, hiçbir meseleye kendi çıkarını katmadan iş yapılmıyor. Düşünceye grup aidiyeti ve kişisel ikballerini karıştıran bir kamu oluştu. Düşünce hesap kitabı kaldıramaz. Düşünce kişisel ikballeri, grup çıkarını kat’a reddeder. Düşünce saf, yalın, öz’dür... Öyle bir öz ki, hakikatle ilişkisini doğrudanlaştırır.
Türk düşüncesi, modernleşmeden sonra daraldı... İmparatorluğa has özgüven kayboldukça, yenilgiler geldikçe, batılılar üstünlüğü eline aldıkça konular sıradanlaştı, meselelerin çapı küçüldü, hassasiyetler değişti. Doğu-Batı tartışması, batılılaşmanın boyutları hemen hemen tek gündem haline geldi. Bu manada Doğu-Batı meselesi düşüncenin merkezine yerleşti.
Doğulu kalmakla Batılı olmak arasında tercih yapmak, hangi hususlarda Doğu’ya hangi hususlarda Batıya ait olduğumuz uzun uzun tartışıldı. Namık Kemal’den Ziya Gökalp’e kadar erken dönem aydınları Batılılaşmayı ele alırken “üstün medeniyet”e tabi olmayı gereklilik gördü. Bu açıdan mesela Peyami Safa’nın Türk İnkılabına Bakışlar kitabı süreci özetler, Doğu’nun, Batı’nın, İslam’ın kaynaklarını ele alır. Doğu-Batı meselesi Tek Parti döneminde neredeyse rafa kaldırıldı. Demokrat Parti idaresiyle birlikte matbuattaki görece serbestlik Türk düşüncesinin bir anda kendini yeniden Batılılaşma meselesinde bulmasını sağladı. Sonradan ideolojilerin uhdesine geçen tartışma sosyalistlerden batıcılara, liberallerden milliyetçilere kadar batılılaşmanın gerekliliğinde kilitlendi kaldı.
Doğu-Batı dikotomisi Türk düşüncesini çıkmaza sokmaya yetti de arttı bile. Doğu nedir, Batı nedir tartışması içinde Doğu’nun hikmetle Batının sömürüyle özdeşleştirilmesine rağmen teknoloji ve kalkınma yani kapitalizm Batıyı cazip kılmaya devam etti... Öyle ya “hikmet karın doyurmaz”dı çünkü...
Kısır tartışmalarla tıkanmak
Türk düşüncesinin meseleleri arasında, kimlik ön sırada gelir. Kimlik aynı zamanda tarz-ı hayatla gelişir, gerçekleşir... İlerici misiniz gerici mi... Yobaz mı yenilikçi mi... Bu kavramlar 60’lı yıllardan sonra tersiyle ifade edilmeye başlandı. Buradaki kıstas hayatın merkezine dinin alınıp alınmamasında yatıyordu; eğer İslam’ı kültürel boyuta itiyor, hayatınızdan çıkarıyorsanız ilerici, dini bir şekilde yaşıyorsanız gericisiniz.
- İslamcıların bir kısmında da görüldüğü gibi yobazlık ve gericilik bilimle, teknolojiyle özdeşleştirildi, tarikat ve geleneksel hayat tarzlarına tabi olmak da aynı minvalde değerlendirildi. O nedenle İdris Küçükömer’in sağ-sol kalıbına isyanı, yani solun aslında gerici, sağın aslında ilerici olduğunu öne sürmesi dogmaları kırdı.
Sağ bugün de olduğu gibi teknolojiyi almak, sanayileşmek ve uluslararası manada ticaret yapak isterken sol içe kapanmayı tercih edip, elitlerin idaresini yeterli gördü.
Türk düşüncesinin en büyük sorunu elitizmdir. Yanlış anlaşılmasın elitlerin varlığından değil, elitlerin yokluğundan yani güzide sınıfının varolmamasından, eldekilerin de kifayetsizliğinden, yetersizliğinden, çapsızlığından kaynaklanan bir mesele... Bu yüzden tarih başta olmak üzere toplumu ve millet dinamiklerini anlamayan bir elit sınıfına sahibiz. Kimlik siyasetinin gelip tıkandığı nokta da elitler arasındaki sekülerlik dozuna bağlı.
Türk düşüncesinin kaynaklarıyla olan ilişkilerinde de çok ciddi ve bariz hatta kasıtlı engeller, problemler bulunuyor. Batılılaşma dönemi edebiyatı, matbuatı, çevirilere çok da bağlı değildi. Zaten genel olarak aydın dediğimiz sınıf büyük oranda Fransızca olmak üzere dil biliyordu.
Cumhuriyet döneminde dil devriminden sonra asli kaynaklara erişim tıkandı. Başta Yunan havzası olmak üzere Batılı temel eserlerin çevirisi gerçekleştirildi. Bu ilk dalga çeviri furyası seküler kaynakları ortalama okura ulaştırdı.
Bu aynı zamanda Türk milletinin kaynaklarının temellerinin hatta düşünme sisteminin tamamen farklı bir kanaldan akması demekti.
İkinci olarak 27 Mayıs sonrasında Cezayir, Pakistan, Mısır, Suriye’den yapılan çeviriler İslami kaynaklar kadar İslami metod meselesinde bize, özgün İmparatorluğa has düşünme modunu kapattı. Bu uzun yıllar İslami kesimin İslam devleti ve İslam toplumu merkezli düşünme sistemini aktifleştirirken aynı zamanda kendi köklerinden kopardı. 90’lı yıllarda bazı sol-liberal yayınevlerinin çevirileri, Türkiye’de okur-yazar kesimin hemen tamamını tesirine aldı.
Şimdilerde yine yeni bir çeviri furyası İslamcıların iktidardaki konumlarını sarsmaya yönelik devam ediyor. Militan Demokrasi, Demokrasi Nefreti, Pragmatizm, Tiranlık Üzerine gibi kitaplarla siyasi muhalefet gerçekleştiriliyor.
90’larda Zürcher’in, Bernard Lewis’in, Graham Fuller’in yazdıkları, siyaseti ve tarih anlayışını büyük oranda etkilemişti. Tercümeler Türk düşüncesinde dönüştürücü olmasa da meseleleri kavramada hatalara yol açması nedeniyle son derece tesirlidir.
Dinamik düşünceye dönmeliyiz
Türk düşüncesi dediğimizde ne kastediyoruz? Düşünce nedir?
Düşünce bizim bu dünyayı, varlığı, varoluşu, kendiliğimizi anlamlandırdığımız, konumlandırdığımız yerde başlar.
‘Biz kimiz’den ‘biz niçin varız’a, oradan Rabbimiz’le olan ilişkimize kadar genişler. Doğal dünya içinde biz nereye otururuz? Dünya tanımımız da bununla ilgilidir. Dünya dediğimiz etkilediğimiz ve etkilendiğimiz ontolojik bir zorunluluk mu yoksa egemenlik hakkının ikna ettirildiği yer mi...
Düşünce tam da burada bizim evrendeki varlığımızla ilişkilendirilir.
Biz Türkler bu dünyada Allah’a kul olmanın şerefini idrak ve ispat etmeyi düşüncemizin merkezine yerleştiririz.
O yüzden dinamik bir varlık tanımına sahibiz. Teorik düşüncenin mümkün olmadığını biliriz, pratik düşünceyi eylem sahası içinde “tecrübe ederek” geliştiririz. Bu açıdan geniş bir hikmet literatürüne, gündelik hayatımızdan felsefi yargılarımıza kadar ulaşan büyük bir düşünce mirasına sahibiz.
- Düşünce diyerek sadece Batı felsefesinin ürünlerini hayranlıkla izlerken İmparatorluğu ayakta tutan düşünceye burun kıvırmak ancak bizde mümkün olur.
Allah ile, dünya ile, tabiat ile, varolanlarla, insanlarla, nesnelerle, eşyayla “uyum”lu, yaratıldıkları doğallıkları içinde “taşkınlık” göstermeden yaşamaya dayalı vahdet-i vücud düşüncesiyle dünyada küfrü kıstıran biz Türkler, doğayı, eşyayı, insanı ezen, yok etmeyi hesaplayan, doğasını, dna’sını, genetiğini değiştirmeye çalışan Batı’ya yenildik.
Düşünce düşünceyi geçmedi, yenmedi, aşmadı... Kafirce düşünme Müslümanca yaşamanın önüne geçti... Durum bu.
Bugün düşünce adına konuşanlar, Batı felsefesinin bu altyapısını emsal görmeye çalışıyor. Bu yüzden bizde en başta bir aydın sorunu var. Bugün düşünceyi aydınlar yönlendirmiyor.
Klasik dönemde düşünürler vardı, kısmen ulemadan farklıydı. Gazzali, Ahmet Cevdet Paşa, Taşköprülüzade, Kınalızade düşünürdü... Farklı disiplinlere uzmanları kadar nüfuz edebiliyorlardı.
Sonra aydın çıktı... Gazete mamulü, Batı’da yetişen aydınlar modernitenin, kapitalist dünya sisteminin meşrulaştırılmasına yardımcı oldular. Okullar gibi, üniversiteler gibi, gazete gibi, siyaset gibi... Sonra aydınlar yerini televizyonlarla birlikte görsel kanaat önderlerine bıraktı, gazeteciler meseleyi devraldı... Köşe yazarları muhabirlerden oluşmaya başladı, televizyona çıkmayan ilim adamı, düşünürün geçerliliği yoktu.
Şimdilerde ne idüğü belirsiz, kitap okumayan, cümle kuramayan, sosyal medyada herkese “ayar” veren troller ve onları takip eden trol-yazarlar etkili oluyor. Aydının “yalın”lığını geçtik organik olanı bile artık matbuatta bulunmuyor.
Düşünce öncelikle dünyayı anlamakla başlar; anlamak için varolanı sorgulamak gerekir.
Düşünce eleştiriden doğar.
Aktüel düşünceyi, siyaseti, paradigmayı hırpalamak yok saymakla düşünceye ulaşabiliriz. Bugün Türk düşüncesinde eleştiri damarı kuruduğu gibi yönü de sahih ve sahici değil.
Kapitalizm eleştirisi yapmak hassaten İslami kesimde neredeyse tabu. Para ile, kariyer ile indirgenmiş, belirlenmiş, başkalarının hükmü altındaki kamuyla ilişkileri tartışmak, kapitalist ilişki biçimlerini ele almak neredeyse yasak.
Modernleşmeyi, onun rasyonel, tahakkümcü karakteri, kültürel vasıfları yerilmekle yetiniliyor, niyetimizin Osmanlı’dan itibaren tekniği ve teknolojiyi almak, bu yüzden de kapitalist mal ve para birikimini gerçekleştirmek olduğu belliymiş.
Düşünmeye, öncelikle, dengesiz, adaletsiz bir dünya yapan biriktirmeye dayalı kapitalist zihinden başlayalım.
Vahdet-i vücud’u yeniden üreterek dünya, Allah, eşya ve başka insanlarla olan ilişkilerimizi yeniden tanımlayalım...
Kendilik anlayışımızdaki biriciklik vasfının İslam’dan geldiğini göreceğiz. Düşünce bu yüzden İslam’dan başlar. Allah’ın kulu olmanın verdiği sorumluluğu, sadece ve sadece üstün güç olarak Allah’ı görerek tamamlayabiliriz.
Kulluğu sadece Allah’a yaptıktan sonra feda etmeyi bilebiliriz. Düşünce feda etmekle, vazgeçmekle başlar.
Kendini Hak’ta eritme, yok etme değil şuurlu biçimde Yaradan için kendine sunulanları elinin tersiyle reddetmek vardır. İnsan buradan başlar, irade, şuur ve ruh Allah’ın nimetleriyle küfrün tekliflerini ayırt edebilir.
Düşünce kula kulluğu reddetmekle başlar.