Düştüm dünyanın düşüne
Atölyeye vardığımda kapıda patron yoktu. Kalbimin üstüne oturan taş kanatlanıp uçuverdi orada. Maaştan kessinler de beni şu adamla konuşturmasınlar diye koşarak girdim içeri kimseye görünmeden. Makineme oturup dün kalıbını kestiğim elbisenin dikişine başladım. Pedala basıp kumaşın üzerinde ilerlerken bir şey düşünmedim. Makine iplik koparıp zaman aleyhimde işlerken bir şey düşünmedim.
"Kakao var mı Zeynep Abla? Annem yerleri silecek."
Uyandım. Pişirip de yiyemediğim kakaolu kekle temizlenecek döşemeler arasında geçen günüm, komşu çocukla birlikte rüyama da sirayet etmişti.
Güneş doğmak üzereydi, rüyanın saçmalığına kafa yormadan hızla tekmeledim yorganı. Bu sıra hiçbir şey üzerine düşünmüyordum zaten. En son ne zaman bir şeyi uzun uzun düşündüğümü hatırlayamadım. Hatırlayacak vaktim mi vardı sanki? Güneş doğacak, otobüs kaçacak, mesai başlayacak diye koşturduğum dünyanın, ne kadarını yaşıyorum diye sorgulayacak hakkım mı vardı? Düşünmedim ben de.
Anahtarı yine içerde unutmuşum. Akşam döndüğümde sırtımdan terler yuvarlanırken, zile bastığım için babamdan işiteceğim fırçayı düşünmemeye çalışarak hızlandım.
Çantamı aldım, bu yağmurlu günde bayır aşağı yürürken bir de yuvarlanıp vakit kaybetmeyeyim diye tabanı kaymaz bir ayakkabı seçip kapıyı üstüne kapadım. Elimi cebime atıp yürümeye başladığım anda üzerimde bir hafiflik hissettim. Al işte! Anahtarı yine içerde unutmuşum. Akşam döndüğümde sırtımdan terler yuvarlanırken, zile bastığım için babamdan işiteceğim fırçayı düşünmemeye çalışarak hızlandım.
Ne de olsa düşünmek ayaklarımın hızını keserdi. Varoluşun matematiği böyleydi. Kundera boşuna dememişti ya! Yine düşünmedim. Hızlandıkça hızlandım. Kaymaz diye giydiğim ayakkabımın serçe parmağımı kanatacak kadar acıttığını düşünmedim mesela. Sabah ayazının yüzümü bıçak gibi kestiğini, bu kışın da öncekiler gibi olup olmayacağını, sokak kedilerinin üşüyüp üşümediklerini, yerdeki kurumuş yaprakları temizlerken sigarasını tüttüren beyaz sakallı çöpçünün, nasıl bu kadar dinç kaldığını düşünmedim. Omuzlarım üşümüştü. Rahmetli annemin zamanın modası diye ördüğü, hortum desenli şalımı nasıl olur da unuturum diye düşünmedim. Durağa yaklaşmıştım. Gözlerim ilerdeki otobüslerin numaralarını tararken ayaklarım çamura bulanmıştı. "Önüne bakmazsan böyle olur işte!" diye kendime hayıflandım. Sesim biraz yüksek çıkmış olacak yanımdan geçen genç kadın epey uzun baktı üstüme. Bu ıslak günde, bembeyaz çizmeleriyle dimdik yürüyordu.
- Ayağının çamura bulanmasından benim kadar endişe duymadığı belliydi. Ondaki cesaretten diledim kendime. Bembeyaz çizmelerimle, özgürce çamura bulanıp yaşamak istedim. Ama şimdi otobüse yetişmeliydim.
Şoförün "Son durak, kimse kalmasın!" seslenişi ile açtım gözlerimi. Uyuya kalmış, ineceğim yerden üç durak öteye gitmiştim. Mesainin başlamasına beş dakika var yok. Sıradaki otobüsün saatini soruyorum. Motoru durdurup karton bardağından çayını yudumlayan şoför "Saatte bir kalkar bu hat, sen yürü daha erken gidersin." diyor. Moralim bozuluyor. Atölyenin kapısının önünde, elleri cebinde işçileri gözetleyen patron geliyor gözümün önüne. Kalbim sıkışıyor, terliyorum. Sanki az koşturmuşum gibi daha da hızlanıyorum. Göğsümün sol yanı acıyor. Ama önemi yok, zira bedenimin sesine kulak vermeyeli çok oldu. En son annem öldüğünde dinlemiştim sesini. Nasıl olduysa düşmüş kalmışım mutfak mermerinin kenarında kalbimi tutarak. Bir doktora görün dediler, gittik. Sapasağlammış kalbim. "İyi ya!" dedim, yüreği sağlam insan yorulmaz nasıl olsa. Böyle böyle hızlandım ben de.
Atölyeye vardığımda kapıda patron yoktu. Kalbimin üstüne oturan taş kanatlanıp uçuverdi orada. Maaştan kessinler de beni şu adamla konuşturmasınlar diye koşarak girdim içeri kimseye görünmeden. Makineme oturup dün kalıbını kestiğim elbisenin dikişine başladım. Pedala basıp kumaşın üzerinde ilerlerken bir şey düşünmedim. Makine iplik koparıp zaman aleyhimde işlerken bir şey düşünmedim. Midem guruldayıp karnım içime çekilirken de düşünmedim. Ben yine hiçbir şey düşünmüyorken adım anons ediliyordu. "Zeynep Koyuncu! Zeynep Koyuncu, lütfen müdüriyete!".
Sabahki gecikmenin hesabını vermek için hazırlanıp yukarı çıktım. Odaya girdiğimde müdür bey kafasını masadaki kâğıtlardan kaldırmaya lüzum görmeden "Kızım piyasanın hâli malûm, işler pek iyiye gitmiyor. Biz de personel azaltma kararı aldık. Sen genç sayılırsın, daha nice hayırlı kapılar açılır önünde." deyip başını kaldırdı nihayet.
Gülümsedim. "Olsun" dedim. "Evde de kakaolu kek kalmıştı zaten."
"Ne?"
"Kakaolu kek diyorum, dün yapmıştım da yemek nasip olmamıştı. Olsun."
Müdür anlamsızca baktı yüzüme. Aklından neler geçirdiğini düşününce keyfim yerine geldi. Çıkmak için toparlanırken dolabıma koyduğum kaymaz taban ayakkabılar çarptı gözüme. Giymek istemedim. Ucu açık plastik terliklerle yağmurda yürümenin nasıl bir şey olacağını düşündüm. Öylece çıktım dışarı. Çoraplarım sırılsıklam olurken, kekin yanına demleyeceğim çayı düşündüm. Hafta sonu sileceğim döşemeleri, babamdan yiyeceğim lafları düşündüm.
Yavaşlamışım, farkında değilim.
Sahi ya, ben en son ne zaman yavaşlamıştım? Bunu düşündüm. Yine Kundera geldi aklıma. Akşam ona da bir selam vereyim diye düşündüm.
Ne diyordum?