Düştüklerinde hemen kaldırılan çocuklar
Üzgün hissederiz, mutlu hissederiz, kaygılı hissederiz. Bin bir çeşit ruh hâline girer çıkarız. Gün içinde bile bir ruh halinden diğerine geçeriz. İnsan hisseden bir varlıktır.
Bu ülkeden anladığım, yüz yıllık macerasında özdenetimli bireylerden müteşekkil bir toplum inşa edemediği. Sigarasını yere atar, köpeğinin pisliğini yerden kaldırmadığı olur, yatağını toplamaz, yayaya yol vermez, yerde giysileri, çorabı serilidir, arabasını kaldırıma park eder, projeye uygun bina inşa etmez, fırsatı bulur bulmaz emniyet şeridine revan olur bu ülkenin evlatları. Kuralların adeta çiğnenmek için vazedildiğine inanır. Gece yatmayı sabah da kalkmayı bilmez. Toplantısına zamanında gelmez, konuşmasını verilen sürede bitirmez, uzattıkça uzatır. Liste böylece uzayıp gider.
İşin ilginci özdenetim açısından dindar/muhafazakârlar ile seküler/laikler arasında da belirgin bir fark yoktur. Fatih’in caddeleri ile Nişantaşı’nın caddeleri sigara izmariti açısından aynı akıbete uğramıştır. Özdenetimsizlik ülkenin geneline sirayet etmiş bir patolojidir, marazdır.
Niye böyle? Muhtemel cevaplar verilebilir. Kendimce cevabı Viyana’da buldum. Bir vakit Viyana’ya gitmiştim eşimle. Orada ikamet eden Türkiyeli bir arkadaşla sohbet ediyorduk oradan buradan. Konu geldi çocuk yetiştirme mevzuuna. O zaman kafama dank etti özdenetimli insan nasıl yetişir nasıl yetişmez, sorusunun cevabı. ‘‘Biz,’’ dedi, ‘‘burada bir anne babanın Türk olup olmadığını kolaylıkla anlarız.’’ (Bunu Türklere mahsus olmaktan çıkarıp rahatlıkla bu coğrafyada yaşayan tüm diğer kavimlere, Türke, Kürde, Laza, Çerkeze vb yayabilirisiniz). ‘‘Nasıl,’’ diye sordum merakla. Bir anne baba parkta çocuk hafifçe düştüğünde hemen fırlayıp çocuğu yerden kaldırıyorsa kesin Türk’tür, ciddi bir yara beresi yoksa yerinden kımıldamıyorsa Avusturyalıdır.
Buradaki Avusturyalının bu davranışını rahatlıkla bir Fransız’a, İngiliz’e, Alman’a, Japon’a hatta Rus’a uyarlayabilirsiniz. Veya toplumsal yapılarını bilmediğim disiplinli olmalarıyla maruf başka milletlere. Düştüğünde kendi iradesiyle, becerisiyle kalkabildiğini, bunun sorumluluğunun kendinde olduğunu hisseden çocuk; bunu yapabilmenin, becerebilmenin getirdiği özgüvenle dolu olacaktır.
Düştüğünde kaldırılma sembolik bir eylemdir, bir remizdir. Düştüğünde hemen kaldırılan, kalkma sorumluluğundan mahrum edilen çocuğun başkaca hangi sorumluluk yüklenmesi gereken davranışlardan alıkonulduğunu varın siz hesap edin.
Yerden kaldırılan çocuk demek ona sorumluluk öğretilmeyen çocuk demektir. Yeri ve zamanında yeterli sorumluluk verilmeyen çocuk demek ileride sigarasını yere atan, arabasını kaldırıma park eden, çöpünü çöp tenekesine atmaktan imtina edip çöp tenekesinin yanına bırakan (Bodrum’da buna dair bir video seyretmiştim), pikniğe gittiğinde çöpünü ormanda bırakan, işyerinden işini savsaklayan, gece yatmasını gündüz kalkmasını bilmeyen, yatağını toplamayan, giysilerini odasında yere atan veya yatağın sandalyenin üzerine yığan yetişkin insan demektir.
Kanaatimce bu ülkede çocuklara en az öğretilen şey sorumluluktur ve bunda en büyük âmil ebeveynlerin “çocuğum okusun putu”dur. Çocuğunun illa da bir üniversite bitirmesi gerektiğine hükmedip ara elaman olarak bir yerlerde çalışmasına gönlü razı olmayan ana babalar için çocuklarına biçtikleri tek ve yegâne ideal okumaktır. Bu okumak putu ne yazık ki şöyle bir yanılsamaya yol açmaktadır: Çocuğumun tek ve biricik sorumluluğu okuluna gitmesi, derslerine iyi çalışması ve kapağı üniversiteye atıp masa başı, rahat edeceği bir işe sahip olması.
Odasını toplamasın, yatağını toplamasın, giysilerini yere bıraksın, masaya bir tabak koymasın, yediği tabağı kaldırmasın, aileye hiçbir katkıda bulunmasın, marketten alınan yiyecekleri dolaba yerleştirmesin, bir çay doldurmasın, yeter ki ama yeter ki ders çalışsın. Çocuk ders çalıştı mı da akan sular durur, çocuk tüm sorumluluklarını yerine getiriyor muamelesi görür. Ders çalışmadığında da başka sorumluluklarını yerine getirse sorumsuz biri muamelesine tabi tutulur, kavga gürültü başlar, çocuk baskıya maruz kalır.
Hele bir de ben okumayacağım, erkenden hayata başlayıp çalışacağım ya da okul gerektirmeyen bir işte çalışacağım dese, aile sinir krizi geçirir. Bu gözler ben spor hocası olacağım, üniversite okumak istemiyorum diyen bir delikanlının annesinin sinir krizi geçirdiğini gördü.
Çocuklara sorumluluk vermek ama bunu eli ayağı yeni tutmaya başlamışken yapmak elzemdir. Bir yaşındaki çocuk oyuncaklarını anne babasının rehberliğinde ve yardımıyla toplayabilir. Dört beş yaşındaki bir çocuk annesinin babasının yardımıyla yatağını toplayabilir. İlk okula giden bir çocuk rahatlıkla kendi yatağını toplayabilir. Yatağını toplamıyor şikayetine maruz kalan çocukların çoğuna bakın çok küçük yaşlarda sorumluluk verilmemiş, eli çatal kaşık tuttuğu halde annesi tarafından yedirilen, düşer düşmez yerinden kaldırılan, her istediği anında yerine getirilen çocuklardır çoğunlukla. Yedi yaşındaki bir çocuğun tezgahtaki sürahiden kendi suyunu alması lazım gelirken annesinden su isteyip de annenin de koşup suyu çocuğunun yanına getirmesi bu ülkenin alamet-i farikasıdır. Ya da ders çalışsın evladım, diye masasına yemek, çay, kahve servisi yapılan çok genç bilirim. Ya da okuldan gelince rahatlıkla kendi yemeğini kendi hazırlayabilecek nice ergenin tabağına yemeği annelerinin koyduğunu da. ‘‘Git kendin servisini yap,’’ demekten nice annenin imtina ettiğini, ‘yavrucuğuna’ kıyamadığını, kıyamadığı bu ‘yavrucuk’larının da çoğunlukla erkek olduğunu da çok şahit oldu bu gözler.
Velhasıl, ders çalışmak bir çocuğun tek sorumluluğu değildir. Sorumluluklarından bir tanesidir yalnızca. Sorumluluklarını yerine getirme hissini bir çocuğa vermek ona büyük bir iyilik bahşetmektir. Daha küçükken oyuncaklarını toplatmakla, kirlilerini kirli sepetine attırmakla, yatağını toplatmakla başlar sorumluluk. Aslında çocuğun içinden gelen bir hisle bu işlere çocuk katılmak ister. Ancak ebeveynler döker saçar, beceremez şimdi gibi saiklerle veya sabırsızlıktan, çocuğun daha uzun süre de yapmasını bekleyememesinden hemen atlar kendi yapar.
Nerede bir sigara izmariti görsem düştüğünde hemen kaldırılan bir çocuk geliyor aklıma. Ne zaman işini savsaklayan bir insanla muhatap olsam ondan beklenilen tek sorumluluk ders çalışmaktı imgesi geliyor hayalime. Ve düşünce hemen kaldırılan çocukların tökezleyerek ilerlediklerini, düştüklerinde nasıl kalkacaklarını bilemediklerini, arkalarını toplamadıklarını, arkalarında bir yığın döküntü bıraktıklarının farkına varmadıklarını da biliyorum.