Dünyaya gelmek mi kırdı seni de Ülkü Bey?
İlk şiiri 17 yaşında… Üzülmek, hepimizin en gizli mesleği. Aktörlükse onun en gizli mesleği. Uzun yıllar, uzun oyunlar, sahnede şiiri performansla göstermek istemek gibi. Daha iyisinin hep mümkün olduğu bir dünya burası yine.
İkinci Yeni’nin en yenisi. Kendi imajlarını kendi getirmiş dupduru bir sadelik. İroni: tabancası. Taşıyıcı görsellik. Yaparken, sonuna kadar yapmak, belirgin vasfı. Endişesiz ve korkusuz bir ustalık. Duru ama ihtişamlı yetenek. Şiirlerinde hep bir şeyin, hep bir yerin kırgınlığı. Dünyaya gelmenin kırgınlığı mı bilinmez ama üstünde hep çocuklardan başkası için ağır bir hırka. “Sen bana çok güzeldin” dese de dünyaya demiyor, biliyoruz. İçindekilere bile demiyor. Bunu da bilmeliyiz
Hikâye şöyle başlıyor: 1937. Gaziantep’te içinde kitap okunan bir ev. Dünyanın taşrası henüz… Sonra kolej, sonra şehir, sonra başka dünyalar… Hukuk koridorları tarafından sıkıştırılan kalp, gazetecilik bölümüne dönüp nefes almaya çalışmak… Gerçekleşen her şey, istenen her şey olmayabiliyor. Dünya bu çünkü… Sadece şair değildir, pek çok şey yapabilecek bir ‘şey’dir. Henüz ve elbette hala…
İlk şiiri 17 yaşında… Üzülmek, hepimizin en gizli mesleği. Aktörlükse onun en gizli mesleği. Uzun yıllar, uzun oyunlar, sahnede şiiri performansla göstermek istemek gibi. Daha iyisinin hep mümkün olduğu bir dünya burası yine. O kadar ki basılı ilk kitabı, tek perdelik bir oyun. Sonra ‘oyun’culuktan vazgeçiş. Çünkü daha iyisi mümkün. Çünkü şiir, mümkün iyilerin en iyisi.
Gerçek gündemi çocukluk olan bir hayat onun hayatı.
Çok söylendi biliyorum ama gerçek: Gizli gündemi çocukluk olan bir şiir onun şiiri. Gerçek gündemi çocukluk olan bir hayat onun hayatı. Bu sebepledir diyebiliriz, kendinden başlatmaz cümleyi, kendine getirir ama. Derin bir ırmak gibi durmaksızın akan bir şey. Akan ve yatağına öyle çok da müdahaleye izin vermeyen bir şey… Bir şey nasılsa öyle… Numaraya gerek yok.
Onun da başöğretmeni Karacoğlan’dı biliyoruz. Halk şiiri, giderek kapısını çaldığı büyük bir nehri, büyük Türk şiirinin. O şiirin içinde doğdu, o şiirin içinde büyüdü, o şiirin içinde sürüyor ömrünü hala. Şiirin bir süreklilik, bir devamlılık uğraşı olduğunun bilincinde yüksek bir dikkat o. Bu yüzden ‘genç şair’ yoktur diyor işte. Şair, ya şairdir ya değildir. Yaş, bahsi diğer. Ne gençken, ne ihtiyarlayınca!
‘Şiirle at başı gider’ dediği sinema, aslında hep içinde olmak istediği yerdi. Bilmiyoruz, söylemiyor ama gençliğinin tiyatro ilgisi bile bununla rabıtalı olabilir. ‘Fellini sen bana bir rol vermedin / Suyu pekâlâ çarmıha gerebilirdim’ diyen İbrahim Tenekeci’nin konuyla ilgisi var mı? Elbette var. Çünkü konu şiir. Çünkü asıl akrabalık sanattadır. ‘Kardeşim dedim’ gibi düşünün.
Pound’un, Lorca’nın, Vallejo’nun, Paz’ın, Poe’nun ve daha pek çoklarının Türkçe yazdığını bize gösteren bir çevirmendi o.
Çevirmen. Bunu şöyle de söyleyebiliriz: Pound’un, Lorca’nın, Vallejo’nun, Paz’ın, Poe’nun ve daha pek çoklarının Türkçe yazdığını bize gösteren bir çevirmendi o. Çünkü şiiri duymayı bildiği kadar duyurmayı da bilecek kadar gösterişsiz bir ustalıktır onun mesleği. Mesleği evet! Ne iş yapardı sorusuna, ‘şiir’ cevabını versek ya hep birlikte. Çeviri mi? Evet, o da şiire dâhil. Bütün bir şiir tüm yönelimi… Şairin soylu her eylemi de şiire dâhil çünkü.
Tiyatroyu ve sinemayı çok sevmiş. Çocuk kitapları yazmış. Anılar biriktirmiş. Şiirler söylemiş, öyküler kurmuş, gazetede yazılar ve çeviriler yapmış bir şair o. Ülkü Tamer yani. Acemi şiirleri de, eksik söyleyişleri de bütün ömrünü kapsayan o büyük şiire dâhil. Bu mümkün mü bilmiyorum ama ne demişti Andaç, hatırlayalım: “Kuş kanadında gezdirilen bir sözün yansıdığı yerde duran çeşnili bakışın anlamı onun şiirini anlamaya yöneltebilir bizi.” Bu arada! Yaşıyor hala. Muhtemelen yazıyor da hala. ‘yanardağın üstündeki kuş.”
- Hep şu sorunun muhatabı olacaktır kendisi: Dünyaya gelmek mi kırdı seni de Ülkü Bey?