Diz çökmeyen dağ
Direndi. Savaştı. Örnek oldu. Hiç durmadan okudu.Durumu azıcık düzelince çeşitli hocalardan dersler aldı.Hatta öğretmenlik yaptı. Çocukların, genç kızların,yiğitlerin yüreğine umut tohumları ekti. Konuştu.Anlattı. Dost düşman herkese parmak ısırttı.
4
Tekerlekli sandalye hâlâ sallanıp duruyordu.
2004 yılıydı. 22 Mart sabahı. Hava serindi. Hafif rüzgâr; portakal ağaçlarından, kiraz ve zeytin dallarından, hurma bahçelerinden, balıkçı ağlarından, duaya kalkan ellerle hazırlanan sofralardan, camileri dik tutan saflardan, emekçilerin terli alınlarından, yokluk ve çaresizliği elbirliğiyle gerileten kamplardan, adanmış yiğitlerle süslenen cephelerden farklı farklı kokuları taşıyıp duruyordu. Akrabaları ve yakın adamlarıyla, Hay el-Sabur’daki camiye gelmişti Ahmed Yasin. Cemaatle selamlaşmış, yanına gelenlere hâl hatır sormuş, sabah namazını kılmış, yine sohbet ederek dışarı çıkmıştı.
Birden göğü yırtan sesler duyuldu. Bir helikopterden atılan füzeler, göz açıp kapayıncaya dek caminin önünü kan deryasına çevirdi. Şeyh Ahmed Yasin de şehid düşenler arasındaydı. Sandalyeden düşmüş, gövdesinin birçok yeri parçalanmış fakat babası gibi bir süre dizleri üstünde durarak son nefesini vermişti. Günün içine kocaman bir dağ yuvarlanmıştı.
Şeref ve şehadet giysisi, sadece vurulduğu yeri değil, yavaş yavaş bütün bir yeryüzünü dolaşmaya, sarmaya koyuldu. Onun izzetli duruşu, değer aşılayan mücadelesi, her türlü engeli aşan ve iki güzelden birini uman yürüyüşü; çölü ıslattı, tepeleri kıpırdattı, deryayı titreştirdi.
Adı İsrail olan alçaklık çetesi, bu şehadetten bir hafta sonra, Gazze’yi terk etmek zorunda kaldı.
Bir hafta sonra, yiğit ve vefalı on binlerce ana, bu şehadeti bir bereket yumağına, bir isim ırmağına, bir iman izdihamına çevirdi. Dünyanın birçok yerinde; hastanelerde, evlerde, kamplarda on binlerce doktor, on binlerce ebe hep aynı cevabı duydu:
- Bir oğlunuz oldu. Adını ne koyacaksınız?
- Ahmed Yasin! Ahmed Yasin! Ahmed Yasin!..