Diyet
Sefer artık gerisini tahmin ediyordu, ama bu yaşlı ve pişman adamın nedametini dile getirişini tamamlaması gerektiğinin farkındaydı, hiç araya girmeden ortağının yüzüne baktı. Sağ koluna göre daha ince ve hareketsiz duran sol kolunun eklem yerlerini bir daha yokladı Asım Komutan, gün boyu onlarca kez yaptığı gibi…
Adam yavaş bir devinimle sağ tarafına dönüp sokağa baktı dalgın dalgın ve birden irkildi. Telefon ahizesini usulca yerine koyarken işaret parmağıyla dışarıyı göstererek, lokal anesteziden on dakika önce çıkmış gibi bir sesle“Ne yağıyor lan dışarıda?”diye sordu yanındakilere.
Yağan kar gittikçe şiddetini artırmış ve kapı önünü beyaza boyamıştı şimdiden. İkisi de dışarıya bakıp, artık gün boyu müşteri gelmeyeceği hissiyle iç dünyalarına daldılar…
İrkilerek bir ustasına bir sokağa bakan mazlum çırak Yunus bu tuhaf soruya ne cevap vereceğini bilemedi önce. Medet uman bakışlarını dükkanın diğer ucundaki masada cakalı bir hareketle sigarasını kül tablasına bastıran yaşlıca adama dikti. Herkesin “Asım” olarak tanıdığı bu ihtiyar delikanlı ise Türkiye’de geçirdiği onca yıla rağmen hala insanlarının anlık tuhaflıklarına alışamadığını belli eden bir mimik ekleyip suratına, şaşkın çırağa ‘boş ver’ manasında bir el hareketi yaptı. Yunus tekrar dalgınca dükkâna yeni indirilen malları incelemeye devam etti, ummadığı bir anda kar yağdığını görmenin şaşkınlığını üstünden tam atamamış olan Sefer ise az önce telefonu kapatmadan önce çay ocağına iki çay sipariş edip etmediğini hatırlamaya çalıştı bir an.
"Komutan"
diye seslendi bu kez yaşlı ortağına. Herkesin aksine birkaç yakın tanıdığı gibi o da Asım’a lakabıyla sesleniyordu. “Söyle gardaş” dedi Asım, sesinde gizleyemediği nostaljik bir gururla. Aralarındaki yaş farkını da göz ardı etmeden gayet uyumlu bir abi kardeş ilişkisini tutarlı bir ortaklık sürdürmelerinin temel kaidelerinden biri kabul etmişlerdi nicedir. “Komutan” diye tekrarladı Sefer, “Ben kar yağmasını çocukluktan beri çok severim ama her görüşümde de ilk kez rastlıyormuş gibi şaşırmaktan kendimi alamam. Sizin oralarda nasıldır, çok kar yağar mı?” diye sordu. Asım “Hazar tarafı neyse de kuzey kısımlarımız bu mevsimde çok kar alır” dedi, bir sigara daha çıkarıp paketinden gözlerini kıstı ve ekledi “askerlik zamanlarımda Sibirya’yı görmemiş olsam derdim ki, dünyanın soğuğu Azerbaycan’dadır.”
Sabahtan beri işlerin kesat olmasından canı sıkılan Sefer’e gün doğmuştu şimdi, yaşlı ortağı gizemli geçmişine dair nadiren de olsa bir şeyler anlatırdı ve bu hikâyeler çok hoşuna giderdi yurt dışına hiç çıkmamış olan genç adamın. Neredeyse içlerini kontrol ettiği kolileri üzerine devirmesine sebep olacak bir tonda ünledi çırağına “Üleen, Yunus ben az önce telefonu kapatmadan çay istedim mi yoksa isteyemeden kapattım mı? Hatırla bakalım. Ya da dur, hatırlama sen en iyisi git iki çay kap gel komutanla bana.” dedi keyifle. Ne diyeceğini bilememeyi hüner edinen çırak biraz karda yürümenin güzel olacağını da düşünerek neşeyle çıktı dükkândan ve köşeyi kıvrılıp yandaki pasaja girdi. Ardından çok sevmese de böyle havalarda büyük keyif aldığı için Sefer de bir sigara yakıp ortağına döndü “Az önce askerlik falan dedin de aklıma geldi, bunca zamandır tanışırız da senin lakabın neden Komutan hala bilmiyorum be abi, hiç anlatmadın?” diye sordu gülümseyerek.
Geçmişten bahsederken oldukça ketum davranmasıyla tanınan Asım, genç ortağının bu serzenişini biraz da haklı bularak çok nazlanmayacağını belli eden bir yüz ifadesiyle döner koltuğuna gömülüp üzerindeki sağlığa dair uyarıların Kiril harfleriyle yazıldığı sigara paketine uzandı tekrar. “Sen bilir misin ki aslında bir Kızıl Ordu emeklisiyle ortaksın?” dedi keyifle ve çakmağını çaktı. Sefer neredeyse şaşkınlıktan elini yakacaktı sönmek üzere olan sigarasıyla. Aynı anda elindeki tepside dumanı tüten iki bardak çayla içeri giren Yunus’un kapıyı çarpmasıyla irkilip kızgınlıkla “Az yavaş be Yunus, çayları bırak da kolileri depoya çek ufaktan.” dedi yarı kızgınlıkla. “Ee, niye hiç bahsetmedin abi bundan?” dedi.
Asım “Gerek görmedim, zamanla insanların lüzumsuz sorularından da bıktığım için bu meseleyi pek açmaz oldum zaten, şimdi de sen ısrar etmesen belki hiç bahsetmeyecektim.” dedi ciddiyetle.
Çaylarını karıştırdılar ve Asım, namı diğer “Komutan” kaldığı yerden devam etti;
“O zamanlar ayrı ayrı değildi böyle, kıtanın yarısı aynı devlete bağlıydı. Rus değildik ama hepimiz Sovyet devleti vatandaşıydık. Askerliği çocukken isterdim, ailemizden çıkmış önemli subayların hikâyeleriyle büyüttüler bizi. Babam rahmetli de çok çabaladı beni orduya sokmak için, velhasıl genç yaşta üniforma giydim ve Sovyetler dağılana kadar Kızıl Ordu’da şerefimle subaylık yaptım. Komutan lakabı da bunu bilen birkaç dostum yüzünden kaldı üstümde.”
“Abi hiç ummazdım senden, kırk yıl düşünsem seni rütbeli bir subay olarak canlandıramazdım gözümde. Peki ya kolun? O da askerliğin sırasında mı sakatlandı?” dedi ve anında pişman oldu, acaba bir patavatsızlık yaptım mı diye. Sefer’in tedirginliğini fark eden ve sebebini hemen anlayan yaşlı kurt genç ortağını rahatlatmak için söze devam etti “Kolum mu? Aslında evet askerlikle alakalı ama anladığın gibi değil.” Daha usulüyle konuşmaya özen gösterdi bu kez Sefer ve “Anlatırsan dinlerim Komutan, özel bir meseleyse kurcalamak istemem.” dedi.
Biliyor musun ben Afganistan’da bile savaştım gardaşım. Hani şimdi size kötü geliyor, yadırgıyorsunuz belki, ama o zaman kim Müslüman kim değil çok umurumuzda olmazdı. Kızıl Ordu askeriysen ona göre davranırsın.
O günleri hatırlamanın efkarıyla eli tekrar sigaraya uzandı, ama paketin bittiğini fark edince usulca kalkıp Sefer’in masasına geldi ve misafirler için açtıkları paketten bir dal çekerek yaktı. Dumanı üflerken sürdürdü “Senelerce cephede bulunduğum halde en ufak bir silah yarası bile almadım. Adamlarımdan ölenler yaralananlar oldu ama ben taktik kısımdaydım, sadece onların disiplininden sorumluydum. Bakma böyle iş hayatında rahat davrandığıma, emrime bir sinek verseler onu bile iki günde marş adımlarına uygun yürütürdüm. Eh bu disiplini sağlarken de mecbur askerlerin canını yakardım. İşin acayibi can yakarken hiç vicdan azabı çekmezdim, sol elimin tokadını yiyen askerin aynı hatayı tekrarladığı görülmüş değildi, ama affettiğim kimse de olmamıştı yıllarca.” Sefer büyük bir merakla dinliyordu yaşlı ortağını, hikâyenin can alıcı kısmına geldiklerini anlayınca farkına varmadan kendisi de soğuttuğu çayı bir dikişte içip sigaraya uzandı.
- Komutan devam etti “Bir asker vardı, aslen Kazak’tı ve cahil, anlayışı kıt biriydi. Bir keresinde öyle bir tokat atmıştım ki, kulağından kan gelmişti ve bir süre hastanede yattıktan sonra kulağı sağır olarak maluliyet dolayısıyla evine yollanması kararlaştırılmıştı. Ben bir adamın kulağını kaybetmesine değil ordunun bir adam kaybetmesine canımı sıkarken, oğullarını teslim almaya gelen anne babalarıyla revir çıkışında karşılaştım. Askerin annesi kimden duymuşsa oğlunun sebebinin ben olduğumu öğrenmiş, uzaktan görür görmez dilini tam çözemesem de ağır beddualara başlamıştı. Bilirsin biz komünist rejimde yetiştirilmişiz, ata dedemizden duymuşsak bile Allah kitapla çok sıkı alakamız olmamış. Normalde umursamam ama o bedduanın sıkıntısını içimde hep hissettim o günden sonra.”
Sefer artık gerisini tahmin ediyordu ama bu yaşlı ve pişman adamın nedametini dile getirişini tamamlaması gerektiğinin farkındaydı, hiç araya girmeden ortağının yüzüne baktı. Sağ koluna göre daha ince ve hareketsiz duran sol kolunun eklem yerlerini bir daha yokladı Asım Komutan, gün boyu onlarca kez yaptığı gibi. Sonra devam etti: “İşte bu kolum o bedduadan beri gün be gün kurudu gardaşım. Şaka değil ha, insan başına geleni bilir elbet. Ordunun ne kadar iyi doktoru varsa baktılar ve geçerli bir sebep bulamadılar. Vurduğu adamı hastanelik eden kolum en sonunda işe yaramaz hâle gelmişti. Ordudan emekliliğimi istedim ve inzivaya çekildim bir süre. Sonra da Türkiye’ye geldim işte çalışmak için. Ben o gün anladım ki, o ananın bedduası tuttu ve o bedduayı duyan bir Allah vardır. He ya, artık eskisi gibi Allahsız kitapsız değilim ama sizin gibi namaz kılmalı Müslüman da olamadım henüz, o kadarı beni aşıyor sanki. Şimdi günün birinde kolumun iyice kuruyup kesileceği günü bekliyorum.” dedi ve sustu.
Sefer içinde sormak için beklettiği soruları kendi kendine cevaplamaya çalıştı bir süre. Depodan çıkıp gelen Yunus’a iki çay daha getirmesini işaret etti sonra. Yağan kar gittikçe şiddetini artırmış ve kapı önünü beyaza boyamıştı şimdiden. İkisi de dışarıya bakıp, artık gün boyu müşteri gelmeyeceği hissiyle iç dünyalarına daldılar…