Dinin gerekçesi
Her meşrû olan şey mantıklı veya makûl değildir. Her mantıklı ve makûl olan şey de meşrû değildir. Meselâ Rabbimize inanmak bize göre mantıklı ve makûldur ama kâfire göre değildir.
Son iki asırdır Batı'nın üstünlüğünü kabul eden müslümanlar dinlerini Batılı hâkim tezlere karşı savunmada yanlış yollara saptılar. Batı'ya göre geri kalmalarının sebebini akıllarını kullanmamaya bağladılar. Bunun için sürekli "İslâm akıl dinidir" gibi sözleri tekrarladılar. Batılılar'ın söyledikleri "din ve akıl bir araya gelemez" iddiasını üzerlerine alıp canhıraş bir şekilde cevap yetiştirmeye çalıştılar. Hâlâ "vallahi din ile bilim çatışmaz" diye diller döküyorlar. Dergi kapaklarına arıların peteğe yazdığı Allah ismini, ortadan ikiye bölününce çekirdekleri Allah yazısı şeklinde dizilmiş karpuz fotoğrafını koydular. Ama burada kastettikleri Batılı bilimdi. Yani seküler dünya görüşü içinde, belirli çıkar ilişkileri üzerinden ve güç hedefleri için üretilen bilim. Müslümanlar iki asırlık süreçte özürcü bir tavırla sırasıyla İslâm'ın aslında ne kadar rasyonalist, modern, bilimci, ilerlemeci, hümanist, mukaveleci, sosyalist, kapitalist, demokratik, liberal, eşitlikçi, çoğulcu, dayanışmacı, feminist olduğunu isbatlamaya çalıştılar.
Müslümanlar bu süreçte duydukları her Batılı şeyi mutlak saydılar. Kendi kalplerine, düşüncelerine, amellerine, ihlâslarına harcamadıkları emeği, Batı'nın her dönem ortaya attığı söylemlere ve bilimsel modalara karşılık bulmak için harcadılar. Batı'nın her lâfına, manevrasına, söylemine, işine "vallahi bizde de var" mantığıyla Allah'ın kelâmından ve Rasûlullah Efendimizin (sav) sözlerinden dayanak bulmaya çalıştılar. Her moda olan kavramı dinimize yamadılar. İlerlemek için okur-yazarlık mı gerekiyor? Hemen cevap verdiler: "Kur'ân'ın ilk emri zaten "oku"dur." Dine düşman devlet bile bu âyeti okur-yazarlık kampanyalarında reklam sloganı yaptı. Bir yandan da "Batı'da olan her şey aslında bizden alınmadır" söylemi kök saldı.
Bu edilgen ve özürcü tavrı dinimizi anlarken ve anlatırken de gösterdiler. Din iyiydi, güzeldi çünkü işlevseldi. Çünkü din bir işe yarıyordu. Din bir teselli kaynağı idi. Ayrıca Diyanet'in vaaz ve hutbelerinde sık sık vurguladığı gibi din toplumu birleştiren bir "ictimâî müessese" idi. Dinin bu yüzden hayatta bir yeri olmalıydı. Aynı düşünce tarzına göre abdest çok faydalıydı çünkü vücuttaki negatif enerjiyi atmaya yarıyordu. Namaz çok iyiydi çünkü bütün eklemleri hareket ettiren bir jimnastik gibiydi. Domuz eti haramdı çünkü zaten hastalık yapan bir şeydi. İçki yasaklandıysa modern tıbbî araştırmaların da gösterdiği gibi zihnî, bedensel ve ruhî hastalıklara yol açtığı içindi. Dikkat ederseniz bütün bu argümanlar dine "din dışından" bakışla söylenen şeylerdir.
Elbette dinin emir ve yasaklarının bazı hikmetleri olabilir. Ama din; bu faydaları, işlevleri, yarayışlılığı yüzünden inanılması gereken bir şey değildir. İnsan dine "inanarak" bağlanır. Âyetlerin her birinin bir Batılı biyolog, astronom, matematikçi, sosyolog veya jeolog tarafından tasdik edilmesine gerek yok. Bilim, devlet, servet, bütün dünya insanın dinini yanlışlasa da, reddetse de, inkâr etse de müminin imanına zerre hâlel gelmez. Çünkü bir şey dine dayanarak tasdik edilir, din bir şeye dayanarak değil. Hıristiyan din adamları son bir asırda dinlerini kendi elleriyle bu şekilde bitirdiler. Onlar da dinlerinde olan herşeyi "çağdaş" referanslarla meşrûlaştırmaya çalışıyorlardı. Ama bir şeyin yasaklığı işlevsel bir sebebe dayanıyorsa, o sebebin geçerli olmadığı kanıtlandığında ne olacaktı? Böylece kilise dini akılla meşrûlaştırmaya çalıştıkça akıl dinin altını boşalttı. Hıristiyanlar böylece alkolizmi, kürtajı, nihayet eşcinselliği de yasak olmaktan çıkardılar. Önce fiiliyatta daha sonra da doktrin olarak... Evet, belirli bir zamanda ve yerde insanların yaygın olarak kabul ettiği modalara göre dini meşrûlaştırma mantığı dinlerin bozulmasında temel unsurdur.
Başka bir takıntımız da dinimizin akla uyduğunu göstermek. Akla uyan şeye "makûl" denir. Ama Ama hangi akla? Elbette genel anlamda nefsin aklına. Çünkü imanın aklına yaslanmayı iki asırdır beceremiyoruz. Onun için "makûl" saydıklarımız, Rabbimizin makûl kıldıkları değil, bizim Batı'nın tanımıyla tasdik ettiğimiz nefsin aklına uyanlardır. Doğruya uyan şeye ise "meşrû" denir. Aslında "Şeriat'e" uyan" demektir. Şeriat de "ana cadde, geniş yol" anlamından gelir. Şeriat "İslâm hukuku" değildir. Allah'ın yoludur. İçinde hukuk da vardır, inanç da, insan ilişkileri, siyaset de, ticaret de... Bir de "mantıklı" kelimesi var. "Mantık" kelimesi, "konuşmak" anlamına gelen Arapça "nutuk" kökünden türetilmiştir. Mantık bir ilimdir. Konusu; doğru, iyi ve güzel olanı tesbit etmede düşüncenin kullanılmasıdır.
Peki, mantık tek başına iyi, doğru ve güzel gibi kavramları ayırabilir mi? Hayır. Çünkü bir toplum ve inanca göre kötü olan ötekine göre iyidir. Hatta aynı kültür içinde bile bir devir iyi kabul edilen bir sonraki devirde kötü kabul edilebilir. Meselâ İngiltere'de 1900'lere kadar borçlarını ödeyemeyen ve mülküne haciz gelen erkekler gazete ilânlarıyla borçlarına karşılık karılarını satışa çıkarıyorlardı. Batı'da 1970'lerin sonuna kadar sigarayı iyi bir şey sayıyorlardı. Bugün ise uyuşturucudan bile daha kötü görüyorlar. Sigaranın kullanımını sınırlayan birçok kanunlar bile çıkardılar. Ama uyuşturucu giderek serbestleşiyor. Yakın zamanda tamamen serbestleştirildiğini göreceğiz.
Meselâ faiz makûl ve mantıklı mıdır? Elbette. Kim için? Allah'a, O'nun dinine inanmayan birisi için. Çünkü faiz, paranın kirası demektir
Her meşrû olan şey mantıklı veya makûl değildir. Her mantıklı ve makûl olan şey de meşrû değildir. Meselâ Rabbimize inanmak bize göre mantıklı ve makûldur ama kâfire göre değildir. Meselâ içki mümin için haramdır. Ama bu yasak Allah'a inanmayan ve uymayan birisi için ne mantıklı, ne de makûldür. Yani bir şeyin mantıklı ve makûl olması ile meşrû olması arasında bir ilişki vardır ama biri illâ diğerini gerektirmez. Meselâ faiz makûl ve mantıklı mıdır? Elbette. Kim için? Allah'a, O'nun dinine inanmayan birisi için. Çünkü faiz, paranın kirası demektir. Paranızı bir bankaya geçici olarak kiraya veriyorsunuz. O da bunu kullanıyor. Bu kullanım karşılığında size aylık belirli bir miktar ödemeyi taahhüt ediyor. Tersi de doğrudur. Siz bankadan bir miktar parayı kiralıyorsunuz ve bunun karşılığında ona aylık bir kira ödüyorsunuz. Evin, arabanın, dükkânın kirası oluyor da paranın niye olmasın? Faiz o kadar mantıklıdır ki teorisi bile yapılmıştır. Eğer hâkim olan Batı hukukuna ve düşüncesine bakarsanız faiz aynı zamanda meşrûdur. Hatta mutlaktır. İşlevsel olduğu kadar normatiftir. Faizi alıp-vermeyene pek iyi gözle bakılmaz.
Liberal ideolojinin kutsal addettiği piyasanın mihveri olarak faizi görmesi kendi içinde mantıklıdır. Çünkü her düşünce sisteminin değer verdiği her şey, aynı zamanda o düşüncede mantıklı ve meşrû olanın belirlenmesi için bir ölçü ve ölçüttür. Çünkü kullanılan argümanlar ve gerekçeler özel bir akletme ve mantık silsilesinden devşirilmiştir. O silsilede yer alan diğer unsurlarla çelişki değil uyum içindedir. Bunun aksine, sosyalist ideolojiye bakarsanız piyasanın her kötülüğün anası olduğu savını görürsünüz. Bu da kendine göre mantıklıdır. Çünkü sosyalist düşüncenin değer verdiği her şey, o düşüncede mantıklı ve meşrû olanın belirlenmesi için bir ölçü ve ölçüttür. Fakat dinimizde her mantıklı olan otomatikman meşrû olmaz. Bir şey sadece işlevi var, yararı var diyerek doğru, güzel ve iyi kabul edilmez.
İslâm'da bir işin meşrû olup olmadığının ölçütleri sırasıyla şöyledir: Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet, icmâ ve kıyas. Bu silsile, ilkeyi somuta doğru açımlayan bir silsiledir. Bir şey ne kadar mantıklı ve makûl görünürse görünsün onun meşrûluğu bu kıstaslar uygulanarak ölçülür. Bu açıdan bakıldığında faiz, Rabbimizin Kitâbında açıkça haram kılınmış bir iştir. bu hususta pek çok hadis vardır. İcmâ da haramlığı yönündedir. O zaman mümin akl-ı selîmi, yani "teslim olmuş aklı" ile faizi reddeder. Faizden kaçınır. Olur da faizli işlere girerse Rabbimizin sevmediği, yasakladığı, caydırdığı, mahşerde de önümüze günah olarak çıkarılacak bir iş yaptığını bilir. Faizin bir toplumda ve bir zamanda yaygın, övülen, sevilen bir şey olması bu durumu değiştirmez. Onun faydalarına, gerekliliğine, işlevlerine dair mantıklı ve makûl açıklamalar, teoriler, kitaplar dolusu izahlar onu etkilemez. Çünkü müminin aklı vahye tâbi olarak iş yapar. Onun patronu olarak değil. Kısacası inanç mantığın meşrûlaştırdığı şey değildir, mantığı meşrûlaştıran şeydir. Bu sadece dinimiz için değil, her türlü din, inanış, ideoloji için de geçerlidir.
Rabbimiz "akletmek" emrini Kur'ân'da sıkça zikreder. Evet, fakat bu emrin büyük çoğunluğunun muhatabı inanmış olanlar değil, inkârcı kâfirlerdir. Demek ki aklın ilk işi iman etmektir. İmana giden öğrenme, düşünme, ibret alma süreçleri elbette akılla yürür. Fakat unutmayalım ki herkesin akılla ilişkisi, akıldan elde edeceği fayda aklını kullanabildiği kadardır. Bu ilişkide referansı iman olmazsa hiçbir ilâhî yasağı veya ödevi akılla meşrûlaştıramaz. Yani akıl bir araçtır. Onu kimi Hakk'a erme, kimi Hakk'tan dönme yolunda çalıştırır. Bir şeyi meşrûlaştırma yolları ile onun geçerliliğini veya üstünlüğünü isbatlama, buna kendisi iknâ olma ve başkalarını iknâ etme yolları ayrıdır. Kişi iman edince aslında bütün bilgileri, bütün duyguları, bütün algıları ve bütün sezgileri o inanca göre yer, rol, anlam ve değer kazanır. Başka hiçbir şey insana bu tür bir kapsayıcı anlam bütünlüğü sağlamaz.
İman için akıl gerekir, din akılla yaşanır ama iman aklın doğrudan bir sonucu değildir. Öyle olsaydı akıl sahibi herkesin iman sahibi de olması gerekirdi. Oysa iman sahibi olanlar tarihin her döneminde ve her mekânda azınlıktadır. Kulluk bir imtihan olduğu için insanların tamamının iman etmesi düşünülemez. Bazıları aklı kullanarak iman ettikleri gibi çoğu insan da akılları ile inkâr ederler. Aklın işleri ve işlevleri de bu hükme dâhildir. Anlama, kavrama, düşünme, mantık, felsefe, tahayyülât, tasavvurât, ezberleme, imgeleştirme, muhakeme, mukayese, müzakere, değerlendirme, analiz, sentez, örnek alma, vb.. Bütün bu işlevler imana gelmeyi, imanın kuvvetlenmesini ve imanın akıllaşmasını kolaylaştırır. Ama aynı şekilde inkârı da gerekçelendirmede, meşrûlaştırmada, inkârın kendini akıl olarak göstermesinde de rol oynar.
Akıl iman için gereklidir ama yeterli değildir. O hâlde kişinin imana ermesinde mutlak belirleyici olan şey nedir? O şey hidâyettir. "Hidâyet;" "doğru yola girmek, doğru yolu göstermek" mânasına gelir. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Yani yoldan çıkma, sapmadır. Akıl insanı imanın kapısına getirse de, Rabbimiz hidâyet kapısını açmadıkça insan o kapıdan içeri giremez. Bununla ilgili pek çok âyet ve hadis vardır. Mevlâmız Nahl Sûresi'nin 93. âyetinde buyurur: "Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı. Ancak (O) dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorumlu tutulacaksınız." Âraf Suresi'nin 178. âyetinde ise şöyle buyurur: "Allah kime hidâyet verirse o artık hidâyeti bulmuştur. Kimi şaşırtıp-saptırırsa artık onlar da hüsrana uğrayanlardır." Hemen arkasından şu âyet gelir: "Andolsun Biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar. Gözleri vardır ama onlarla göremezler. Kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gâfiller onlardır." Rasûlullah Efendimiz (sav) de buyurur: "Akıllı kişi, nefsini kontrol altına alıp, ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir" (İbni Mâce). Hidâyet kalbe gelir: "Allah bir kimsenin hidâyetini dilerse göğsünü İslâm'a açar" (Zümer, 22). Burada beyan buyrulan "göğüs," yani "sadr," "kalp" anlamındadır. Demek ki insanda hidâyetin de, aklın da yeri kalptir.
Kısacası dinin referansı da, gerekçesi de yine dindir. Adı o yüzden ideoloji, felsefe, dünya görüşü değil "din"dir. İmanın vesileleri, hikmetleri, faydaları vardır ama dinin varlığının gerekçesi bunlar değildir. Din akılla erişilen bir şey olsa da, inanmayanları ikna ederken tek başına işe yaramaz. Bir mümin için görünmeyen bir Tanrı'ya iman, bu dünyanın bir imtihan yeri olduğu, ardından bir hesabın geleceği ve o hesabın sonucu olarak sonsuz bir ceza veya mükâfat hayatının başlayacağı kanıt gerektirmeyen gerçeklerdir. Rabbimizin her buyruğu veya yasağı da böyledir. Din, kendinden üstün ve görünmeyen bir erke itaat demektir. Kendi hayatında sıradan gördüğü işleri düzenleyen bu görülmeyen ve gösterilemeyen güçtür. Bunu kimseye isbatlaması gerekmez. Tebliğ başkadır, ikna etmek başkadır, isbat etmek başkadır, propaganda bambaşkadır. Zaten geçmişte de, bugün de hidâyete eren insanların çoğu aklî delillerle değil kalpleriyle mümin olmaya karar verirler. Yani nefsin değil kalbin aklıyla hidâyete ererler. İşte o akıl, insanın hidâyetine yol olan, onu yolda tutan, yolunu menzile ulaştıran kalbin aklıdır.