Dil ve din
John Arberry, “Fîhi Mâ Fîh” tercümesinde “Allah’ın kulları” olarak geçen ifadeyi “God’s children” (Tanrı’nın çocukları) diye çevirmiş. Bu tercümeyi okuyan Batılı biri sağlam bir bilgisi yoksa Müslümanların da Hıristiyanlar gibi bir baba Tanrı inancına sahip olduğunu zannetmez mi?
Bu yıl Mevlana hazretlerinin şiirleri üzerine İngilizce bir kitap yayınladım: “Pearls from Rumi’s Ocean” (Semerkand, 2023). Yani “Mevlana’nın Ummanından İnciler.” Kitapta Mevlana hazretlerinin sıkça kullandığı deniz, testi, Leyla ve Mecnun, kapı, mücevher gibi mecazların tasavvuftaki anlamlarını anlatmaya çalışıyoruz. Bu mecazların her biri, bir bölümün konusu. Nasip olursa kitabın ileride Türkçe tercümesi de yapılır. Mevlana hazretleri Batı’da son otuz-kırk yıldır çok popüler. O’nun eserlerinden bir çok tercümeler yapılıyor. Bizim kitabımızda da daha ziyade Batı’da yaşayan gayrimüslimlere hitap ediyor. Batılı dilde tevhid kavramlarının geçtiği bir kitabı yazarken veya tercüme ederken önemli bir sorun ortaya çıkıyor: Bize ait tevhid kavramlarını Batılı dillere nasıl tercüme edeceğiz? Meselâ “bereket” kelimesini müslüman olmayan birine, bizim anladığımız gibi nasıl anlatacağız?
Burada iki seçenek var: ilk yol, tevhid kavramları yerine genellikle Hıristiyan inancından ödünç alınan tabirleri kullanmak. Bu genellikle Oryantalistler’in tuttuğu yoldur. Meselâ “bereket” yerine bu kavramın anlam zenginliğini asla barındırmayan ve “çokluk, bolluk” anlamına gelen “abundance” veya “plenitude” derler. “Allah” yerine de yine başka anlama sahip “God, Dieu” gibi kelimeleri kullanırlar. İkinci yol ise tevhid kavramını İngilizce telaffuza göre italik harflerle yazıp, o kavramın açıklamasını parantez içinde, dipnotta veya kitabın arkasındaki lügatçede vermektir. Bu daha güncel olan yaklaşım. Bir örnek vereyim: William Chittick, “Sufism” (Tasavvuf) adlı kitabında “hadis” kavramını cümle içinde şöyle izah eder: “I will be citing the Koran, the Hadith (the corpus of sayings attributed to Muhammad), and many Sufi teachers.” Burada gördüğümüz gibi özgün kavramı bilmeyen Batılı okuyucu için o kavramın anlamı parantez içinde bir cümlede veriliyor. Bu şekildeki kullanım elbette daha isabetlidir. Ben de kitabımı yazarken bu yolu seçtim. Meselâ “bereket” kavramını kullanacaksam onu Arapça imlâsı ile, “barakah” şeklinde yazdım. Ardından bu kavramın izahını bir cümle ile yaptım.
Bu Oryantalistler ilginç insanlar. İslâm’ı çok merak ettikleri için ömürlerini Müslümanların dillerini öğrenmeye, klasik kitaplarını okumaya, tercümeler yapmaya harcamadılar. Müslümanlar neye inanıyorlar, ne konuşuyorlar, ne düşünüyorlar, bunu öğrenmek istediler. Böylece hesaplarına çalıştıkları İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, Rusya, sonraları da ABD ve İsrail gibi devletlere Müslümanlara karşı olan planlarından önemli fikirler verdiler. İki asırlık perişan hâlimize bakarsak belli ki epey başarılı oldular.
Oryantalistler’in dildeki çarpıtmaları, dil hususunda özensiz olmalarından kaynaklanmaz. Asıl sebep, İslâmî kavramları kendi dünyalarında önemli, değerli ve özgün görmemeleridir. Onların derdi kavramı doğru aktarmak değil, kafalarındaki çarpık İslâm imajına hizmet eden bir iş yapmaktır. Oryantalist kafa anlamaya değil aşağılamaya yönelik bir kafadır. Batı her şeydir, İslam hiç bir şeydir onlara göre. Bu kafa manipüle eden, hatta çarpıtmaktan asla uzak durmayan bir kafadır. Bunu yaparken çeşitli namussuzlukları rahatça yaparlar.
Buna bir örnek vereyim: Kitabımı yazarken Mevlana hazretlerinin her eserinin İngilizce tercümelerini inceledim. Gerektiğinde ve uygun gördüğüm yerlerde onlardan alıntılar yaptım. Bu arada Arthur John Arberry’nin “Fihi Mâfih” tercümesine de baktım (Discourses of Rumi, New York, 1972). Bir de ne göreyim? Adam orijinal eserde “Allah’ın kulları” olarak geçen ifadeyi “God’s children” diye çevirmemiş mi? Yani “Tanrı’nın çocukları.” Bu tercümeyi okuyan Batılı birini düşünsenize. Sağlam bir bilgisi yoksa Müslümanların da Hıristiyanlar gibi bir baba Tanrı inancına sahip olduğunu zannetmez mi? Dikkat ediniz, Arberry amatör bir mütercim değil. Arapça’yı ve Farsça’yı çok iyi bilen, Kur’ân tercümesiyle, Mevlana’nın eserlerini ve diğer tasavvuf eserlerini tercümeleriyle tanınan birisi. Bu çarpıtmayı kasten yaptığı açık.
Oryantalistlerin tercümeleri böyle kasıtlı çarpıtmalarla doludur. Bunların ipliğini “Orientalism” adlı kitabıyla pazara çıkaran Filistin kökenli akademisyen Edward Said idi. Toprağı bol olsun. O, Oryantalizmin sömürgeci devletlerin önemli bir silahı olduğunu birçok örnekle gösterdi. Zaten Arberry’nin kariyerine bakınca kendisine devleti tarafından verilen görevi başarıyla yaptığını anlıyorsunuz. Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde klasik eserler alanında bölüm başkanlığı yapmış, İkinci Dünya Savaşı sırasında ülkesinde mektup sansürcüsü olarak çalışmış, “Enformasyon” Bakanlığı’nda görev yapmış bir İngiliz. Bu arada “enformasyon” istihbaratın kibarca ifadesidir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Oryantalistlerin emrinde çalıştıkları imparatorluklar sömürgecilik modelini değiştirince onlar da yöntemlerini değiştirdiler. Kaba propagandayı bıraktılar, ince propagandaya geçtiler. Şimdi açıktan müslümanları ve Batılı olmayanları pek aşağılamıyorlar ama pek kibar ve objektif görünümlü dersleriyle ve bilimsel görünümlü makaleleriyle aynı işe devam ediyorlar.
Elin Oryantalisti böyle. Peki bizdeki yerli Oryantalistlere ne demeli? Bugün bazı ilahiyatçılar tevhid kavramlarını Oryantalistler gibi kullanmakta bir beis görmüyorlar. Batı’ya karşı aşağılık kompleksinden dolayı, hele iki kelime İngilizce, Fransızca veya Almanca öğrenmişlerse kendi kavramlarına ve hatta inançlarına aynen bir Oryantalist gibi bakıyorlar. “Batılılar ne diyorsa ben de öyle demeliyim” kompleksiyle özgün kavramlarımızı feda edebiliyorlar. Kavramlar böyle bozulunca anlamlar, anlamlar bozulunca da inanç elden gidiyor.
Yakın zamanda bir ilahiyatçının makalesinde şöyle bir cümleye rastladım: “Sosyal bir realite olarak küreselleşme nötr bir niteliğe sahiptir. Bununla birlikte gün yüzüne çıkardığı dini sorunlar bir İslam teologunun gündemini meşgul etmesi gereken konumdadır.” (İtalikler bana ait). Aslında şu bir tek cümleyle bu akademisyen kendini tarif ediyor: âlim değil, muhakkik hiç değil, bir teolog. Tek Parti düzeni “ilahiyat” fakültelerini zaten Batı’daki “théologie” fakültelerine öykünerek kurmadı mı? İşte bu yüzden bir kişi eğer kendi gayreti ile usulünce ilim tahsil etmemişse ilahiyattan mezundur diye ona “âlim” muamelesi yapılmaz. Yani fetva sorulmaz, dinimiz üzerine ileri sürdüğü görüşlere itibar edilmez. Çünkü o bir “teolog”dur. Nasıl insanlar sosyoloji, siyaset, ekonomi alanlarını bir mevzu olarak, yani bir mesafe ile okuyorlarsa, o da dinimizi bir mevzu olarak okumuştur. Ona tâbi olması, hele takvâ ehli olması hiç gerekmez!
- Uzun lâfın kısası: Dile itina etmek, dine itina etmektir.