Dikkatimiz her zaman dağınıktı
21. yüzyıl teknolojisinin zihninizi dağıttığından şüpheleniyorsanız, dikkat sürelerinin hiçbir zaman eskisi gibi olmadığını bilmek rahatlatıcı olabilir. Antik Romalı filozof Genç Seneca bile yeni teknolojilerin odaklanma yeteneğini azaltmasından endişe duyuyordu. MS 1. yüzyılda ‘Kitapların çokluğu dikkat dağıtıyor’ diye yakınmıştı. Bu endişe sonraki bin yıl boyunca tekrar tekrar ortaya çıktı. 12. yüzyıla gelindiğinde Çinli filozof Zhu Xi, baskı teknolojisi yüzünden yeni bir dikkat dağınıklığı çağında yaşadığını düşünüyordu. ‘Bugün insanların dikkatsizce okumasının nedeni çok sayıda basılı metin olmasıdır.’ diyordu. Hatta 14. yüzyıl İtalya’sında bilgin ve şair Petrarch, kitap biriktirmenin etkileri hakkında daha da güçlü iddialarda bulunmuştu:
“İnanın bana, bu zihni edebiyatla beslemek değil, onu şeylerin ağırlığıyla öldürmek ve gömmek ya da belki de bu kadar çok meseleyle çılgına dönmüş bu zihin artık hiçbir şeyin tadını alamayıp, suyun ortasında susamış Tantalus gibi her şeye özlemle bakana kadar ona eziyet etmektir.”
Kablolanmanın izleri
Teknolojik gelişmeler işleri daha da kötüleştirecekti. Basılı metinlerden oluşan bir sel, Rönesans bilgini Erasmus’un ‘yeni kitap sürüleri’ tarafından kuşatılmış hissetmekten şikâyet etmesine neden olurken, Fransız teolog Jean Calvin okuyucuların ‘karışık bir baskı ormanı’ içinde dolaştığını yazarak dile getirmiştir. Bir kitaptan diğerine bu kolay ve sürekli yönlendirmenin zihnin çalışma şeklini temelden değiştirdiğinden korkuluyordu. Görünüşe göre modern zihin ister mecazi anlamda yetersiz beslenmiş ister taciz edilmiş veya yönünü kaybetmiş olsun, uzun zamandır ciddi bir süreklilikle düşünecek durumda değil.
Aynı zamanda 21. yüzyılda dijital teknolojiler dikkat ve hafızayla ilgili eski kaygıları alevlendiriyor ve bazı yeni metaforlara ilham veriyor gibi görünüyor. Artık beynin bilişsel devresinin Google Arama, akıllı telefonlar ve sosyal medya ile etkileşimler yoluyla ‘yeniden kablolandığından’ endişe edebiliriz. Yeniden kablolanan zihin, daha önce dâhili hafızası tarafından yerine getirilen görevleri artık harici cihazlara devrediyor. Düşünceler fikirden fikre savruluyor, eller farkında olmadan ceplere ve telefonlara doğru kayıyor. İnternete sürekli erişim dikkat kapasitemizi azaltmış gibi görünüyor.
Esasında düzgün bir şekilde yönetilen dikkat ve hafızanın olduğu geçmiş bir çağa dönme özlemi pek de yeni değil. Bizim dikkat dağınıklığı ve unutma çağımız, tarihsel kayıtlardaki pek çok diğerine katılıyor: Seneca’nın Roma İmparatorluğu, Zhu’nun Song Hanedanlığı, Calvin’in Reformasyonu. Belkide Platon bu çifte endişe ve nostalji duygusunun okuryazarlığın kendisi kadar eski olduğuna, yazı teknolojisinin doğasında var olan kaçınılmaz bir sorun olduğuna inanmamızı isterdi.
Diyaloglarından biri olan Phaedrus’ta, yazının eski mucidi olan Theuth adlı bir Mısır tanrısının eserini tanrıların kralına nasıl sunduğunu anlatır. “Bu icat, ey kral!” der Theuth, ‘Mısırlıları daha bilge yapacak ve hafızalarını geliştirecektir; çünkü bu bir hafıza ve bilgelik iksiridir.’ Mısır tanrılar kralı Thamus ise tam tersini öngörür.
“Bu icat, onu kullanmayı öğrenenlerin zihinlerinde unutkanlık yaratacaktır; çünkü hafızalarını kullanmayacaklardır. Kendilerinin bir parçası olmayan dış karakterler tarafından üretilen yazıya duydukları güven, kendi içlerindeki hafızayı kullanmalarını engelleyecektir. Siz hafıza değil, hatırlama iksiri icat ettiniz. Öğrencilerinize gerçek bilgeliği değil, bilgelik görüntüsünü sunuyorsunuz, çünkü birçok şeyi talimat almadan okuyacaklar ve bu nedenle birçok şeyi biliyormuş gibi görünecekler. Oysa çoğunlukla cahiller ve geçinmesi zor kişiler, çünkü bilge değiller, sadece bilge görünüyorlar.”
Orta Çağ'ın diyagramı
Basılı kitaplar ya da yazı gibi teknolojilerin geçmiş bin yıllarda düşünceyi nasıl şekillendirdiğine dair geçmiş teorileri bulmak zor değil. Ancak bu teoriler bize zihinlerin tam olarak nasıl şekillendiğine ya da farklı düşünerek neler kazanıldığına dair bir fikir vermiyor. Kitapların ve zihinlerin şekillenirken nasıl iç içe geçtiğini anlamak için, kitap raflarının el yazmalarıyla dolup taştığı ancak hafıza ve dikkatin azaldığı Orta Çağ Avrupası’ndaki okur ve yazarlara bakabiliriz.
Bu diyagramlara dikkatle bakıldığında, bazen bir Orta Çağ bilişsel sürecini olduğu gibi ortaya çıkarabilir. İşte Even-Ezra tarafından incelenen bir 13. yüzyıl diyagramı:
Tıp dallarının haritasını çıkaran bu diyagram, kâtibin planladığı gibi gitmiyor gibi görünüyor. İlk dal eşit ve rahat bir şekilde yayılıyor. Ancak, ikinci dal garip bir şekilde saptırılmış. Kâtibin aklına sonradan aşılanmış bir dal gelmiş gibi görünüyor. En alttaki dal ise revizyon ve sapma gösteren düşünce çizgilerinden oluşan bir çalılık gibi. Even-Ezra bariz olana dikkat çekiyor: Bu kâtip başlangıçta mevcut alanı doğru ölçmemiş. Bu da sorunun bir parçasıydı. Ancak bu bilginin tam yapısının ‘çizim sürecinde ortaya çıktığı’ da açıktır. Bunun gibi yazılı diyagramlar bir yanıyla karmaşık ve soyut düşünmeyi kolaylaştırmıştır. Bu yeni soyut düşünceler, diyagramı çizen ve mümkün olan her yerde bunlara yer veren düşünürü şaşırtabilir. Bu eser incelendiğinde yatay ağaç formatının, kavramları dilin doğrusallığından soyutlayarak “daha kolay manipüle edilebilir’” hâle geldiğini öne sürülüyor. Bu diyagramların birçok dalını doldurmak ‘yeni soruların önünü açmıştır’.
Yüzyıllar sonra bu diyagramlardan birine bakarak kâtibin nasıl düşündüğünü ve yazma pratiklerinin bu tür bir düşünceyi nasıl mümkün kıldığını görebiliriz. Even-Ezra, dallanma diyagramını kendi dönemine özgü, genişletilmiş bir ortaçağ zihninin önemli bir aygıtı hâline getirerek bu “karmaşıklık ve basitliği”, “düzen ve yaratıcılığı” aynı anda uzlaştırabilen bir düşünme aracı olarak tanımlamış. Bu sayede zihnin yükü hafifletilebilirdi.
Zorlayıcı şüpheler
Genç zihinlerin yazıyla mahvolacağını öngören o şüpheci Mısır tanrısı Thamus’un hikâyesini hatırlıyor musunuz? Even-Ezra’nın anlattığı dallanma diyagramı, yazının icadının iyi sonuçlarından birini temsil ediyor. Bu diyagramlar, yoğun okuma seansları sırasında özellikle soyut türde daha derin düşünmeyi kolaylaştırabilirdi. Ayrıca hafızanın yerini almaktan ziyade hafızaya yardımcı olabilirlerdi. Çünkü bilgiyi akılda kalabilecek biçimsel kalıplarda yeniden paketlemişlerdi. Orta Çağ’da not tutanlar kitapların kenarlarını bu şemalarla doldurmuşlar ve bunların çoğu dikkatli bir gözlemin ve yeni bilgiyi kristalize etme arzusunun kanıtıydı. Even-Ezra, yeni bir tür yazı teknolojisi olan bu diyagramların yükselişinin bilişi nasıl yeniden şekillendirdiğini anlatıyor özetle. Ancak bugün, ne biz ne de Even-Ezra süreç içinde kaybolmuş olabilecek eski düşünme biçimleri hakkında endişelenmiyoruz. Benzer bir çizgiyi teknoloji kaynaklı medya kaygısının izleri boyunca da takip edebiliriz. Bozulmuş, dikkati dağılmış, sersemlemiş beyinlerle ilgili binlerce yıldır benzer korkular var. Bunları ifade etmek için hangi metaforlar icat edilirse edilsin şimdiki endişelerimiz eski bir sorunun yeni bir yinelemesidir. Her zaman yeniden kablolanıyoruz.
Kitaplar ve zihinler arasındaki bu değişen etkileşimlere dönüp bakmalı ve yüzyıllar önce bir ‘Büyük Yeniden Kablolama’ gerçekleştiğinden endişelenmeli miyiz? Elbette hayır. Even-Ezra’nın iddia ettiği gibi, fikirleri sayfaya yazmanın sıradan bir yolunun ortaçağ zihinlerinin çalışma şeklini gerçekten değiştirdiğine inansak bile, geçmişe pişmanlıkla bakmıyoruz. Yeni kitap yığınları ve bunların haritasını çıkaran dizinler, bunların çoğalmasına ve dikkatli ve özenli okumanın ölümüne tanık olanlar arasında bazı endişelere yol açmış olsa bile, geriye dönüp baktığımızda hiçbir endişe duymuyoruz. Yeni hafıza ve dikkat rejimleri eskilerinin yerini alıyor. Sonunda eski rejimler haline gelenler değiştirilir ve sonra da özlenirler.
Örneğin kitaplarda, romanlarda kaybolmak sağlıklı bir zihnin alışkanlığı ve kanıtı olarak modern yaşamda erdemli bir uygulama olarak yeniden biçimlendirilmiştir. Ancak aynı pratik başkalarına bir patoloji gibi görünmüştür. Roman okuma konusunda ‘doymak bilmez okur’ entelektüel açıdan yetersiz beslenmiş, aşırı uyarılmış, uyduruk metinlerle beslenen bir keşin zihnini temsil etmiştir bazen. Jane Austen’in İngiltere’sinde, 18. yüzyılın başlarında, daha fazla kadın ve büyüyen bir orta sınıf roman okumaya başladıkça sağlıksız etkilerine karşı uyarılar yapıldı. 1800’lerin başında endişeli gözlemciler, ‘roman okuma tutkusunun’ ‘sinirsel bozuklukların en büyük nedenlerinden biri’ ve ‘kadın zihni’ için bir tehdit olduğunu yazdılar. Hatta biri 1806’da ‘romanlara özgü ilginç ve eritici hikâyelerin zihin üzerindeki aşırı uyarıcılığına’ dikkat edin diye yazmıştır.
Tarihin ironisi bizim için öğretici olabilir. Dikkatimizi çekmek için yarışacak ya da bilgiye her zamankinden daha kolay erişim sağlayarak hafızamızın yükünü hafifletecek yeni teknolojiler mutlaka gelecektir. Ve biz onlarla birlikte düşünmeyi öğrendikçe zihinlerimiz de buna uyum sağlayacaktır. ‘Bugün normal bir beyne sahip olmamızın hiçbir yolu yok.’ diyen biyolog Barbara Demeneix’ten yola çıkarsak zihnin olması gerektiği gibi çalıştığı kayıp bir dünün özlemi var. Peki tam olarak ne zamandı o?
Teknoloji nostaljisi ister Gutenberg’den önceki ister günlük gazetelerden önceki ya da Twitter’dan önceki günlere özlem duysun, eninde sonunda yanlış görünme eğilimindedir. Hari, zihinlerimizin teknoloji devlerinin, çevreyi kirletenlerin ve hatta aşırı ebeveynlik kültürünün çıkarlarıyla uyumlu olacak şekilde sistematik olarak yeniden kablolanmasına karşı çalışmamız gerektiğini iyi bir şekilde ortaya koyuyor. Örneğin akıllı telefondan vazgeçerek dikkat dağınıklığı çağından gerçekten çıkabileceğimize inanmıyor. Aslında, zihinlerimizin dışsal şeylerle nasıl etkileşime girdiği konusunda endişelenmemiz gerektiği gibi endişelenmeye devam edeceğiz. Ancak birlikte daha bilinçli düşünmenin olduğu bir gelecek hayal etmeliyiz, bir geçmiş değil.