Determinizm ve gelenek
Son üç yüz yıldır Doğu toplumlarının tarihi, dış etkenlerden kaynaklanan sapmaların tarihidir. Batı modernleşmesi kendi tarihsel diyalektiği içinde gelenekli bir modernleşme iken Doğu toplumları Batı'nın yıkıcı gücü karşısında kendi yönetimlerinin de zaaflarıyla bu süreci her gün geleneğin bir başka veçhesine yabancılaşarak yaşamak zorunda kaldı.
Kilisede sıraların üzerinde ibadet etmekle masada yemek yemek, koltukta oturmak, klozet kullanmak arsında ben her zaman bir ilişki olduğunu söylüyorum. İslam'da da yerde ibadet etmekle yerde oturmak, yerde yemek yemek arasında bir ilişki olduğunu düşünüyorum. İbadet tarzınız sizin mekânla olan ilişkinizi düzenliyor. Dolayısıyla sizin yaşam biçiminizi belirliyor. Abdurrahman Arslan din, kültür ve gelenek ilişkilerini değerlendirirken bu çarpıcı örneği veriyor. Burada nedenselliği zaman boyutuyla sıkı sıkıya bağlı bir önce-sonra oluş ilişkisinden çıkarırsak dinin, toplum hayatı üzerindeki etkisi determinist bir sonuç vermiştir diyebiliriz. Benzer bir nedenselliği kilise uygulamaları ile psikanaliz arasında da görürüz. Thomas Szasz Vahşi Dil kitabında günah çıkarma esnasındaki itiraf olgusu ile serbest çağrışımı ilişkilendirdikten sonra şu tespitlerde bulunuyor:
"Papaz tövbekârın dizüstü çökmesini, psikanalist de sırtüstü uzanmasını ister. Her iki durumda bir araya gelişin fiziksel düzeni, katılımcılar arasındaki etkileşimin egemen temasını simgeler: Papaz tövbekârın mütevazı bir konuma geçmesini, psikanalist de hastanın savunmasız bir konuma geçmesini ister. 'İlk günah' anlayışını tövbekâra dayattıktan ve hastada bir aktarım nevrozu başlattıktan sonra papaz ve psikanalist tövbekârı günahtan, hastayı da hastalıktan arındırma ve onları 'kurtarmış' olmaktan dolayı sonsuz minnettarlık bekleme aşamasına geçeceklerdir." Burada dinin gündelik hayatı biçimlendirmenin ötesinde seküler bir disiplinde dahi belirleyici unsur olduğu, onun biçimlendirdiği davranış kalıplarından din terk edilse bile kolay kolay uzaklaşılamadığı görünmektedir. Bu ve benzeri olgular bizi toplumsal hayatın ve geleneğin inşası üzerine düşünürken sıkça karşımıza çıkan determinizm kavramına götürmektedir.
Sosyal hayatta elbette mekanik bir kesinlikten bahsedilemez. Sosyal hayatın organik yaşamın üstünde sürdürülen bir yaşam olması sebebiyle mekanik olmayan bir tarzda yorumlanması gerekir. Canlıda hem biyolojik gelişim itibarıyla hem de insan özelinde irade etkeniyle, mekanikçi nedenselliğin ötesinde, gayeye yönelik yaşamın ilerlemesine öncelik tanıyan, başka bir deyişle neden ile etki arasındaki maddeci bağıntının tersyüz edilmesini zorunlu kılan* süreçler vardır. Bu süreçler sosyal hayatın oluşumu değerlendirilirken mekanik bir nedenselliği imkânsız kılmaktadır. Buna rağmen geniş bir uzamda değerlendirildiğinde, sosyal hayatın tabii seyri içerisinde bireysel tavrın önemi azalmakta ve toplumsal hayatın istikameti anlaşılır bir nedensellik gösterebilmektedir. Olayların seyri topluma dayatılan dış etkenlerden uzak geliştiği sürece gelenek, yukarda verilen örneklerde olduğu gibi kendi anlamlı bütününü kuracak ve devam ettirecektir.
- Bu durumda geleneğe dönüş, geleneği yaşatma gibi gayretler görülmeyecek, bireyin determinizmi aşan gayeliliğiyle görülse dahi anlamsızlaşacak, toplumda bir karşılığı olmayacaktır. Hatta tabii akışında ilerleyen bir gelenekte böyle bir tavır geleneği tahrif edecek, onun toplumun içten gelen ihtiyaçlarına göre şekillenen durgun istikametinde sapmalara neden olacaktır. Son üç yüz yıldır Doğu toplumlarının tarihi dış etkenlerden kaynaklanan sapmaların tarihidir. Batı modernleşmesi kendi tarihsel diyalektiği içinde gelenekli bir modernleşme iken Doğu toplumları Batı'nın yıkıcı gücü karşısında kendi yönetimlerinin de zaaflarıyla bu süreci her gün geleneğin bir başka veçhesine yabancılaşarak yaşamak zorunda kaldı. Bu tarihsel vaka pek çok boyutu dışarıda bırakılarak sadece teknolojik determinizm ve dilsel determinizm açısından incelendiğinde bile bahsedilen dış etkenlerin gelenek üzerinde belirleyici vasfı görülecektir.
Teknoloji, modernleşme sürecini kendi sosyal yapısının iç dinamiklerinin bir sonucu olarak yaşamayan toplumlarda tarihten, toplumdan ve insandan bağımsız bir değişken olarak görünmektedir. Tren, otomobil, matbaa, radyo, sosyal medya... Bunların hiçbiri toplumun ihtiyaçları ile dolaşıma girmemiştir. Bu durumun Doğu halkları kadar teknolojinin üreticisi Batı halkları için de geçerli olduğu tartışılmaktadır. Gutenberg'in icadı üzerinden bu tartışmayı takip edelim. Albert Laberre Kitabın Tarihi'nde matbaanın kültürel gelişimin ve kitaba artan talebin sonucunda kaçınılmaz olarak icat edildiği fikrine itiraz eder: "Böyle düşünüldüğünde, üniversitelerin geliştiği dönemde ve entelektüel açıdan en ileri ülke olan İtalya'da ortaya çıkmalıydı. Oysa yaklaşık üç bin nüfuslu olan, pek de entelektüel merkez olmayan bir Ren şehrinde, basılı ilk metinlerin kanıtladığı gibi hâlâ Orta Çağ'ı yaşayan bir ortamda doğdu."
Matbaanın Batı'nın geleneksel yapısında doğurduğu büyük sonuçlar malûm. Luther öldüğünde eserlerinin 3700 baskısı genellikle önemli tiraj sayılarıyla yayımlanmıştı. Teknoloji, denetlenemeyen ve geleneği kestirilemeyecek şekilde değiştiren özerk bir determinist etkendir. Son yüzyılda aldığı biçimiyle de din ve dinin mutlak belirleyiciliğiyle şekillenen gelenek üzerinde tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir hegemonyadır. İdeolojik baskının bütün cesametiyle hissedildiği günlerin distopik dekoruna baktığımızda ise geleneğe karşıt olarak dilsel determinizmin toplum kurucu imkânlarının çok bilinçli bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Bu izlek distopya romanlarında da karşımıza çıkar. 1984'te parti oligarşisinin şekillendirdiği "Yeni Dil" sayesinde halkın düşünme yetisi kontrol altına alınmaktadır. Ayn Rand'ın Ben'inde ise "ben" kelimesiyle birlikte tekillik ve bireysellik bildiren ifadeler sözlükten çıkarılmıştır.
Dilsel determinizm, dilin düşüncenin sınırlarını çizdiğini, onu belirlediğini söyleyen bir kuram. Bu doğrultuda dilin biçimlendirilişini gelenek kelimesinin ortaya atılışında da görmekteyiz.
Hasan Ali Yücel anlatıyor: "Size geçen günlerdeki toplantılardan birinde 'tradition' kelimesinin Türkçesi olarak hatırlattığım 'gelenek' kelimesini severek ve oy birliğiyle kabul etmişsiniz ve 'kalınç' sözünü bırakmışsınız. Şimdi söyleyeyim ki bu kelimeyi Milli Şefimiz teklif buyurmuşlardı. Çalışmalarınıza yakından ilgi gösteren Büyük Şef, bana hemen her günkü buluşlarınızı soruyorlar ve bulduklarınızı bilmek istiyorlardı. O arada bu kelime üzerindeki konuşmalarınızı da kendilerine arz etmiştim. Bu arzımdan iki gün sonra bana 'Acaba traditionu gelenekle karşılayamaz mıyız? Çünkü routine'i görenek diye almışlar, (an'ane) de nesilden nesile gelen şeydir, ona gelenek diyebiliriz sanıyorum.' demişlerdi."
Burada gelenek türetmesinin doğru bir türetme olması ve halkta karşılık bulması önemli değildir. İnönü'nün aklına gelenek gelmese muhtemelen halka kalınç sözü dayatılacaktı ve yine muhtemeldir ki dil devriminin birçok dayatması gibi dile yerleşmesi sağlanacaktı. Buradaki mesele Büyük Birader, Büyük Şef ve geleneğin icadı meselesidir.
- *Teoman Duralı, Hayatın Anatomisi, Dergâh Yay., 2020, s. 127