Denizi anne bilenler
İnsan kendini ne zaman yalnız bırakmaya başlar? Kendine ne zaman sırtını döner? İnsan ilkin kendine yardım eder ya, kendine ne zaman yardım etmeyi bırakır? İpi kendi içine sarkıtmayı ne zaman terk eder?
Metin Kaçan’ı hiç tanımadım. Hiç karşılaşmadım. Kader onu İstanbul’a, Kasımpaşa’ya, Pangaltı undergrounduna itmiş beni ise; Almanya’ya, Düsseldorf’a sonra Erzurum’a, Narman’a… Doksanlı yıllarda yirmi yaşında bir edebiyatseverken Metis Yayınları’ndan çıkan Ağır Roman’ı okumuştum. Farklı ve özgün dilini fark etmiştim. Bıçkın bir dil, küfürbaz. Almanya’da Kreuzberg havzasında slam dil, Kanakça nasıl gençlik dili olarak nam salmışsa, Pangaltı undergroundu, Dolapdere dili peygamberin gelmesine yakın bir kavmin azaba yakın hayatıyla edebi dilde öyle nam salmıştı denilebilir.
Fırtınalı bir yaşantı, tecavüz davası, kodes, kodeste şişlenme ve hüzün nöbetleri…
O dönem hatırlıyorum edebiyatı bedii bir şey olarak addedenler, edebiyatın edepten geldiğini dillendirenlere ve Metin Kaçan’ın roman boyunca bu çığırından çıkmış dilini tahkiye estetiğine, romanın ön plana çıkarması gereken dilin ahlâkına mugayir davrandığını söyleyenler olmuştu.
Yıldız Ecevit bir kurtarıcı olarak yetişmiş, Batı’da “new age” romanlarının hükmünü ve ruhunu bildiğinden post-modern dönemde yazılan bu romanı tüm katmanlarıyla bir başyapıt olarak değerlendirmişti. İstanbul zehir zemberek anlatılıyordu bu romanda.
Gıli Gıli Salih’ten İmine’ye sanki tüm roman kahramanları ertesi gün başlarına gökyüzünden bir ateş yağmuru bekliyorlardı. Yeryüzünde sanki sular kabaracak, tufan insanlara aman vermeyecek, dağlar ayaklanacak, ağaçlar yerinden oynayacaktı. İlk romanda ne kadar tufan bekleyen bir kavim anlatılsa da ikinci romanda, Fındık Sekiz romanında zehir, zifir, katran İstanbul yerini Meto’nun (Metin Kaçan ) başkarakterin seyri sülukuna bıraktı. Meto bir müritti artık. Şeyhinden el bekliyordu.
İstanbul katran karalığından beyaz bembeyaz bir diyara dönerken, Fındık Sekiz bir arınmanın, durulmanın, kendine gelmenin, tufan öncesi kavimden kaçan, oradan uzaklaşan bir kalbi selimin İslam mistisizmine varan yolculuğunu anlatıyordu. İki roman ve araya sıkıştırılmış onca hüzün… Necatigil’di sanırım yazarlar sözlüğünde yer alan parantez içi doğum ve ölüm yıllarını birbirine bağlayan tireye takmıştı kafayı. Parantez aç, doğum yılı, tire, ölüm yılı, parantez kapa. İşte o tire gözyaşı, umutsuzluk, mutluluk…
- Bakmak uzaklara, hüzün, aşk, tanrı korkusu, şehvet ve çileli bir ömür. Taksiye bindiğinde ve Boğaz Köprüsü’nde, tam da köprü üzerinde taksiciden bir sigara molası istediğinde, yaktığında sigarayı, korkuluklara doğru gidip ardına bile bakmadan kendini Marmara’nın soğuk sularına teslim ettiğinde, cesedi kilometrelerce ötelerde bulunduğunda bir yazarın günahıyla sevabıyla trajedisi de gözümün önüne geliveriyor şimdi.
Fırtınalı bir yaşantı, tecavüz davası, kodes, kodeste şişlenme ve hüzün nöbetleri… İnsan kendini ne zaman yalnız bırakmaya başlar? Kendine ne zaman sırtını döner? İnsan ilkin kendine yardım eder ya, kendine ne zaman yardım etmeyi bırakır? Kendi içine ipi ne zaman sarkıtmayı terk eder? Diyorum ki Brigitte Schwaiger de Avusturya’da kendini köprüden atmıştı. Kilometrelerce uzaklıkta cesedi bulunmuştu. Virginia Woolf da öyle. Ceplerine taş doldurarak kendini suya sunmuştu. Jung’a kalsa insan bedeninin kendini suya teslim etmesine, sudaki ölümüne “ana rahmi özlemi” olarak bakardı. Hepsinde ortak olan suydu. Hepsinin varlığında eksik olan demek ki suda varlık bulacak ana rahmi şefkatiydi…