Dayımın görünmeyen orduları

cns
cns

Annem Arapça yazılı sayfayı bir kavanoza koyup üzerini kapadı. Aysun teyzeninücra bir köyde bulduğu hocayı denemek konusunda karara varmıştı. Biran önce yola çıkılması gerekiyordu. Bu kez bir değişiklik yapıp ilmine güvendiğimdayımı da yanıma almaya karar verdim. “Hayır” diyemedi. Yola çıktık.

Lisedeydim. Lale öğretmeni seviyordum. O yaz, büyük numaramı yapmış, bana kendimi James Dean gibi hissettiren o deri ceketi sonunda sırtıma geçirmiştim. Her şey yolundaydı. Sonunda Lale Öğretmen de beni görecekti. Ömrüm boyunca peşimi bırakmayacak olan kara talihim bir kez daha bana göz kırpmasaydı eğer. Ceketi giyindiğim ilk sabah dehşetle astarının koltuk altından sökük olduğunu fark ettim. Hayal kırıklığı! Lale öğretmenin karşısına böyle mi çıkacaktım? James Dean’in ceketinin koltuk altında bir sökük hayal etmeye çalışıp başaramayınca öfkeyle mağazaya gittim.

Kasadaki kıza ağzıma geleni söyledim. Öfkem dinmedi. Mağaza yöneticisini çağırttım. Ben adamı kalaylarken kız muhtemelen deri ceket, James Dean ve sökük arasında kurduğum ilişkiyi anlamaya çalışıyordu. Yüzünün yarısı doğuştan yanık yönetici, diğer yanağı da kızarmış halde ceketi incelemeye başladı. O incelerken ben de yandan göz atıyordum. Koltuk altından sökülmüş olan astarın dikiş ipliğinin farklı renkte olduğunu aynı anda fark ettik. Alelade atılmış dikişi göstererek; “İşte bakın, yaptığınız iş bu kadar” diye kükredim. Adam “ilginç” diyerek sökük yeri incelemeye devam ederken, o siyah deri şeyi buldu. Bir anda suç delilini bulmuş dedektif gibi gözleri parlayarak havaya kaldırdı. Tezgahtar kızın çözmeye çalıştığı denkleme bir bilinmeyen daha eklendi. James Dean, deri ceket, sökük ve muska. Bizi izleyen etraftaki kadınlardan “Hiihy” diye bir ses yükseldi. Kadınlar, yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılan teyze irfanıyla görür görmez durumu çözmüşlerdi: Büyü!

Muskayı görünce tepemden aşağıya kaynar sular döküldü. Utancımdan yerin dibine girerek eve koştum. Annem daha ilk geceden koltuğumun altına, Teşkilat-ı Mahsusa’yı elcağızlarıyla kurmuş tecrübeli bir istihbaratçı titizliğiyle muska iliştirmişti. Annem bir bağımlı. Sigara, eroin, kumar ya da çekirdek değil. Bazen saydıklarımla mücadele etmek daha kolay gibi geliyor…

Annem “cinci hoca” bağımlısı. Bu gerçekten tedavi edilmesi gereken bir bağımlılık. Herhangi bir sorunda veya hastalıkta -ki bu yaralanma gibi fiziki durumları da kapsıyorkendini hocanın kapısında bulur ve bunun faydalarına dair günlerce nutuk çeker. Çünkü annem yeryüzündeki bütün kötülüklerin cinlerden, ifritlerden geldiğini düşünüyor.

Bazen dayımın Mısırlı bir gizli ilimler üstadından ders alıp esrarengiz güçler kazanmasının, kısa bir süre sonra ise bu işlere tövbe etmesinin annemle doğrudan ilgisi olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Eve vardığımda onu titreyen elinde buruşturulmuş, üzerinde Arapça yazılar olan bir kağıtla buldum. Odamı temizlerken masamın arkasında bulmuş. Bunun bir büyü olduğundan emindi. Az sonra kendimi, yaşadığım küçük çaplı rezaleti, deri ceketi hatta neredeyse Lale Öğretmen’i bile unutmuş, cinci hocaya gitmek istemediğimi tekrar ederken bulmuştum. Sonunda itaat ettim. Bu şeyin yıllar önce kendisi tarafından yaptırılan ve unutulan diğer binlerce muskadan biri olduğundan adım gibi emin olsam da annemi dinlemeliydim.

Söz konusu annem ve büyü ise itaat etmek daima en kolayıydı. Çünkü direttiğinizde bir sonraki hamlesini asla tahmin edemezsiniz. Onu dinleyip büyüden kurtulmak için yeni bir büyü yaptırmayacağından kim emin olabilir? Hem ya haklıysa? Çirkin bir kızın, beni elde etmek için, büyüyü, insan kudretiyle bulunamayacak şekilde bir kurbağanın ağzına verilip göle salınmadığını kim ispat edebilirdi ki? Belki de kötü kalpli kız, beni sokaklara düşürecek, annemin küçük tavşanının kısır gününde mahalledeki bütün teyzelerin dedikodu malzemesi olmasından keyif alacaktı. Hiç de yabana atılmayacak bir ihtimal! O zaman Lale Öğretmen’le aramızdaki büyük aşk hikayesi de başlamadan biterdi.

Annem Arapça yazılı sayfayı bir kavanoza koyup üzerini kapadı. Aysun teyzenin ücra bir köyde bulduğu hocayı denemek konusunda karara varmıştı. Bir an önce yola çıkılması gerekiyordu. Bu kez bir değişiklik yapıp ilmine güvendiğim dayımı da yanıma almaya karar verdim. “Hayır” diyemedi. Yola çıktık.

Dayım yol boyunca sürekli bir şeyler okudu. Bu tuhaf durumu anlamaya çalıştığımı fark edince, “Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz, güvenlik duvarı oluşturuyorum” diye duruma açıklık getirdi. Dua ve surelerle örülü çelikten duvarı kafamda canlandırmaya çalışsam da başaramadım.

Köy küçüktü ve hocanın anneme verdiği adres bir kahvehaneye çıktı. İçeri girip çaycıya hocanın ismini sorduğumda, sanki her gün karşılaştığı bir durummuş gibi köşede okey oynayanların masasını gösterdi. Masaya yaklaşıp selam verdim. Hemen anlayıp “Hasta sen misin?” diye sordu iri yapılı olanı. Hasta mı?

Okeyi yarım bırakıp çıktı. Dayım aracın içinden yanımdaki adamı yüzünü ekşiterek süzdü. Adamdan hiç hoşnut olmamıştı. Köyün son evine ulaşınca aracı park etmemi söyledi ve eve geçtik. Salonda karşılıklı kanepelere oturduk. Karşımızdaki adam tuhaf bakışlarla bizi izliyordu, dayımın yüzü ise onu aşağılayan bir ifadeye bürünmüştü.

Ben sorunu anlatmaya başlayınca isminin Ömer olduğunu söyleyen adam eliyle sus işareti yaptı ve boşlukla konuşmaya başladı. Ortamda anlayamadığım tuhaf bir gerginlik vardı. Birden istemsiz olarak ayaklarım titremeye başladı. Dayım Ömer’e dönüp “Bak burada misafiriz, senin hatuna söyle bize tahammül etsin, gerginlik yaşanmasın!” dedi. Ömer ise “Sen buraya koca bir orduyla gelmişsin, dost musun düşman mı?” deyince diğer evrende bir şeyler olduğunu anladım.

Dayım konuşmaya başladı:

“Misafire böyle muamele olmaz. Siz burada neyi tedavi ediyorsunuz? Sen bir Yahudi cinle evlisin, hatta zorla evlendirilmişsin. Musallat olmuşlar sana. Anlayacağın asıl hasta olan sensin. Bu kadından kurtulman lazım.”

Birden ortam haddinden fazla gerildi. Dayım konuşmayı kesince dua okumaya devam etti. Ömer durduğu yerde acı çekerek konuşmaya başladı ama konuşan o değildi:

“Görüyoruz ki sizin ilminiz yerden göğe kadar. Fakat yaptığımız işe saygı duymanız lazım. İnsanları tedavi ediyoruz, şifa olmaya çalışıyoruz.” Dayım oralı bile olmadı. Korkmaya başladım. “Dayı” dedim, “yapma böyle, ben tedirgin oluyorum.”

Dayımın durmayacağı, kaşlarının çatıklığından belliydi. “Korkma ben varım” dedi ve yüksek sesle yine bir şeyler okumaya başladı. Dizlerimden vücuduma doğru bir karıncalanma hissettim. Sonra boynum kasıldı, omuzlarım gerildi ve kapalı gözlerim birden açıldı. Vücudumun kontrolü bende değildi artık. Korkuyordum ama tuhaf bir şekilde güçlü hissediyordum. Dayım, “Ey ifrit, gariban düşmanı zalim, seni öldüreceğim. Söylediğin o sözlerin bedelini ödeyeceksin” diyerek ayağa kalktı.

Ben de artık bu savaşın parçasıydım. Paralel evreni görmesem de hissedebiliyordum. Odayı buğulu bir sis kapladı ve dayımın orduları hücuma geçti. Dayım beni onlardan birine emanet etmişti. Bunu hissediyordum. Yaşanan karmaşadan zarar görmüyordum, zaten ilk darbede adam yerde debelenmeye başlamıştı bile. Dayım terliyordu, ona zarar vermeye çalışan Yahudi cinin ordusu tarumar olmuştu.

Her şey bittikten sonra dayım kanepeye yığıldı ve adam ağır hareketlerle yerden kalktı. “Onun yüzünü yaktın. Çirkinleştirdin ve sonra da öldürdün. Neden yaptın bunu?” Ağlamaklı konuşuyordu.

Zaferi kazanan dayım ordularına “Geriye dönün” dedi ve vücudumda tekrar karıncalanma başladı. Dayım, “Seni tedavi ettim” dedi adama, “artık özgür bir insan olarak yaşamına devam edeceksin.”

Arabada giderken bütün olanların tuhaflığıyla dayımdan korkuyordum. İçimden geçenleri biliyor olmasından çekindiğim için hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordum. Gerçekten de gizli güçlere sahipti ve hakkında söylenenler dışında kimseye bunu çaktırmıyordu.

Bir süre sonra, dayım uzak tepeleri seyrederken şunları söyledi:

“Olanlardan annene bahsetme sakın! Hocanın iyi geldiğini söylersin. Ayrıca sende büyü filan yok, o kağıtta yazılı şey sadece bir dua.”

“Peki dayı” dedim, “bu kadar şeyi biliyordun da neden köye kadar gittik?”

“Çünkü şifasını arayan bir köylüyü tedavi etmemiz gerekiyordu.”

Dayımı artık yepyeni gözlerle görüyordum. Bir ermiş, alim, büyük bir komutan, iyilik savaşçısı, cinlerin efendisi… Konuşmadan eve döndük. Annem ceketimi dikmiş, merakla beni bekliyordu. Sorun kalmadığını söyledim; kalmamıştı da. Muskadan kurtulmuştum, deri ceketimin söküğü dikilmişti, üstelik dayım bir kahramandı. Ya annem?

Onun bağımlılığı da artık bana eskisi kadar ürkütücü gelmiyor; üstelik dayımı bile korkutan iradesine boyun eğmek de dünyanın en olağan şeyi değil mi?

Sırada Leyla Öğretmen vardı, ceketimi giyip yola düştüm. Sonuçta James Dean’in arkasında onu görünmez ordularla koruyan bir dayısı yoktu.