Cumhuriyetin hezarfeni: Nuri Demirağ
Demirağ, 1944’te Nu. D-38 için uluslararası uçuş sertifikası almasına rağmen çaresizlikle İsmet İnönü’ye yazdığı mektuplar cevapsız kalır ve en sonunda kahveler içilmeden dönemin iktidarı tarafından yerli uçaklarımızın önüne devasa takozlar konulur.
Tüm dünyanın çehresini tahmin edilemez bir hızla değiştiren Sanayi Devrimi, 1. Dünya Savaşı’ndan izahı güç bir şekilde yenik düşen Osmanlı’yı her anlamda olumsuz etkilemişti. Gerek devlet nezdinde gerekse bazı münferit girişimler olsa da söz konusu devrimin adımlarına yetişilememişti. Hemen sonrasında tamamen ümitsizliğe kapılmış Osmanlı İmparatorluğu elindeki toprakların büyük bir çoğunluğunu kaybetmiş ve başta İngiltere olmak üzere Fransa, Yunanistan ve Rusya Anadolu’nun göğsüne dört bir yandan dişlerini geçirmişlerdi. Çocuk, kadın, masum demeden tecavüzden, arsızlıktan, yağmalamaktan korkunç bir haz alarak işgal etmişlerdi Anadolu’yu. Milletin ve askerin büyük dirayetiyle tüm bu işgaller defedilmiş, cephelerde mucizelerle zaferler kazanılmış ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.
Böyle bir iklimi yaşamış, yıkılan bin yıllık vatanın büyüklüğünü sinesinde taşıyarak, kanla, acıyla kurulan yeni vatana umut olmak için hayaller kuran bir vatanperver de Mühürdarzade Nuri Efendi (Nuri Demirağ) idi. Türkiye’ye ardı arkası kesilmeyecek bir selamet ve yücelik getirecek hayallerden en büyüğünün sonu şöyleydi, esefle:
Yanında birkaç kişiyle İstanbul’a gelen dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü, müstehzi bir tavırla Nuri Demirağ’ı ve yerli uçaklarımızı ürettiği Beşiktaş’taki fabrikanın bulunduğu yeri ziyaret etmek ister. Bize ait uçakların ehemmiyetini, uçak üretiminin durdurulmamasını, muasır medeniyetler seviyesinin ötesine taşıyacak bu projenin devlet tarafından destek bulmasının gerekliliğini mektuplarla ‘yalvararak’ daha önce arz ettiği Milli Şef, nihayet teşrif etmişlerdi. Fakat bu ziyaret, Nuri Demirağ’ın zannettiği gibi devletin tepesinin yerli uçak projesine destek amacıyla yapılmamıştı. Aksine fabrikanın kapatılıp, kendi deyimleriyle bu hayalperest adamın elinden her şeyin alınması emri verilmişti. Peki bu sona nasıl gelinmişti ve Nuri Demirağ kimdi?
Nuri Demirağ, Sivas’ın Divriği ilçesinde 1886 yılında dünyaya gelir. Henüz on yedi yaşındayken mezun olduğu rüştiyeye muallim olarak atanır ve Ziraat Bankası’nın sınavını geçerek bankada çalışır. Birkaç yıl sonra da Maliye Bakanlığı’nın açtığı sınavların tamamını başarıyla geçerek hatırı sayılır bir makama ulaşır. Otuz üç yaşındayken Maliye Müfettişi olur ve sonrasında işgal altındaki İstanbul’da, beş on palikarya tarafından başındaki fes alınıp ayaklar altında çiğnenince istifa eder. İstifasını şu gerekçeyle ifade eder: “Milli haysiyet ve şerefi, üç buçuk palikaryanın ayakları altında çiğnenen bir hükümete memurluk edemem.”
Memuriyetten kazanıp biriktirebildiği servet 56 Türk altını yani 256 Türk lirasıdır. Elindeki bu mali imkânla ‘Türk Zaferi Sigara Kâğıdı’ ismiyle sigara kâğıdı üretmeye başlar. Memleketin hemen hemen her toprağının işgal edildiği bu dönemde Türk Zaferi Sigara Kâğıdı halk tarafından ciddi rağbet görür. Birkaç yıl içerisinde mevcut servetini 84 bin Türk lirasına ulaştırarak memleketin büyük iş adamlarından biri olur. Sonrasında başlatılan Millî Mücadele’ye katılır ve birçok hususta görevler üstlenir. İstiklal Savaşı’nın en buhranlı döneminde Anadolu’ya silah ve mühimmat sevkiyatını bilfiil kendisi sağlar. Vatanın kurtulmasına her anlamda katkıda bulunur.
Dünyanın en yoksul ve harap memleketlerinden biri olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, her alanda gelişime, üretime ve ayakları üstünde durmaya ihtiyacının olduğunun ayrımında olan Demirağ, çıkarılan kanunla ihaleye sunulan Samsun-Sivas demiryoluna yüksek bir meblağla talip olur ve Fransız bir firma tarafından yarım bırakılan çalışmayı tamamlayarak toplamda 1012,5 kilometre uzunluğa varacak düzeyde, tabiri caizse yurdu demir ağlarla donatır. Bu gayreti ve başarısından dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından Nuri Beye (Mühürdarzade) Demirağ soyadı verilir. Bunun yanı sıra İstanbul, İzmit, Bursa, Sivas ve Karabük’te birçok alanda üretime devam eder. Binlerce öğrenciye burs imkânı sağlar ve kırk sekiz adeti bulan hayrat çeşmeler yaptırır.
Nuri Demirağ’ın bu denli bitmek tükenmek bilmeyen gayretinin altında yatan sebep elbette ki milletine ve vatanına duyduğu aşktır. Savaşın ateş düşürdüğü her evin, bitmeyen acının üstüne mücadele ettiği yoksulluk ve vergiler vardı. Sosyal sınıf farklılıkları ve Türklerin Ermeni ve Rumların insafına kalması canını acıtıyordu. Demirağ, bu korkunç ahvalin çözümünün, iktisaden güçlü, idealist ve inisiyatifi millet adına kullanan bir düzenden geçmesi gerektiğini biliyordu. Tüm bu gayret, azim, mücahedenin membaı buydu. Kendi menfaati değil, vatanın menfaati içindi bunca çile.
Yıl 1930’lar. Türk Hava Kurumu, uçak ihtiyacını karşılayabilmek adına devlet kademesinden, iş insanlarından ve halktan destek (iane) talebinde bulunur. Toplanan para maalesef ihtiyacı karşılamaya yetmez. Nuri Demirağ’ın yardım için kapısı çalındığında vatanın gündemine düşen, yeniden umudu dirilten bir cevapla karşılaşılır: “Siz ne diyorsunuz? Benden bu millet için bir şey istiyorsanız, en mükemmelini istemelisiniz. Mademki bir millet tayyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını yapmaya talibim!”
Tekamülün, istikbalin havacılık sisteminin daimî olmasının eğitimden geçtiğinin bilincinde olan Nuri Demirağ, Beşiktaş Barbaros Hayrettin İskelesi’nin yanında Tayyare Etüt Atölyesi kurar, Divriği’de de dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın da teşrifiyle Büyük Gök Okulu’nun temelini atar. Bu okulda 290 pilot yetişir. Demirağ’ın hedefi Divriği’de bir Gök Üniversitesi kurmaktır ancak devletten yeterli yardımı göremez.
Havacılıkta dışa bağımlı olmayı sindiremeyen Nuri Demirağ, bütünüyle Türk tasarımı uçakların Türk semalarına hâkim olmasını isteyen bir vatanseverdir. Mühendislerle birlikte dünyanın belli başlı ülkelerindeki uçak fabrikalarını ziyaret ettikten sonra on yılı kapsayan bir program hazırlar ve bu program çerçevesinde Beşiktaş Barbaros Hayrettin İskelesinin yanında Tayyare Etüd Atölyesini kurar. Bu tayyare atölyesi kısa bir sürede devasa bir fabrika haline gelir. O dönemde Avrupa’da dahi emsali görülmeyen bir havaalanı kurulmuş olur. Böylelikle 1936 yılında ilk yerli ve milli uçak fabrikamız kurulur. Demirağ, Türkiye’nin ilk uçak mühendislerinden Selahattin Alan’la birlikte Nu.D-36 ismini verdikleri tek motorlu uçağı üretir. 1938’de de Nu.D-38 isimli altı kişilik yolcu uçağımızı üretir. Türk Hava Kurumu, on adet uçak ve altmış beş adet planör siparişi verir. Aynı dönemde İspanya, Irak ve İran da uçaklarımıza talip olur.
1941’de Nu.D-36’nın ilk uçuşu, Nuri Demirağ’ın oğlu Galip Demirağ tarafından İstanbul’dan Divriği’ye başarıyla gerçekleşir. Nuri bey, milletin sindirilen umudunu, gücünü, güvenini yeniden ihya etmek için on iki uçaklık bir filoyu, Bursa, Kütahya, Eskişehir, Ankara, Konya, Adana, Elazığ ve Malatya rotasında uçurarak Türk halkına, Türk yapımı uçaklarla bir şölen sunar. Bu gurur savaşın ardında bıraktığı yaralara merhem olur. 17 Ağustos 1941’de Nuri Demirağ’ın teşvikiyle Havacılık Bayramı büyük bir coşkuyla kutlanır. Tüm bu şaşaanın olduğu dönem Avrupa’da savaşın korkunç haliyle devam ettiği hatta Türkiye’nin de cebren savaşa sokulmak istendiği zorlu günlerdir. Böyle bir ortamda milli imkanlarla yapılan uçak üretimi Türk milleti adına tarif edilemez bir gurur kaynağı olmuştur.
Türk Hava Kurumu siparişini verdiği uçaklardan birinin son bir kez test uçuşu yapmak ister fakat Selahattin Alan’ın kullandığı Nu.D-38 prototiplerinden biri olan bu uçak talihsiz bir şekilde yere çakılır ve infilak eder.Alan, bu elim kazada hayatını kaybeder ve Türk Hava Kurumu tüm siparişlerini fesheder. Kazayla ilgili geniş çaplı bir tetkik yapılıp hazırlanan rapor, yerli uçaklarımızın teknik boyutuyla ilgili olmadığını, bütünüyle pilotaj hatası olduğunu belirtmesine karşın THK ve devlet erkanı olumsuz kararından vazgeçmez. Üstüne üstlük Nu.D-36 ve Nu.D-38’in yurt dışı siparişlerinin de önüne engeller koyulur.
Demirağ, 1944’te Nu.D-38 için uluslararası uçuş sertifikası almasına rağmen çaresizlikle İsmet İnönü’ye yazdığı mektuplar cevapsız kalır ve en sonunda kahveler içilmeden dönemin iktidarı tarafından yerli uçaklarımızın önüne devasa takozlar konulur. Uçak fabrikamızın kapısına kilit vurulur ve yıllar sonra içindeki âtıl bırakılan uçaklar parçalanarak düdüklü tencereye dönüştürülür.