Çocukluğumu düşledikçe yaşlanıyorum galiba

Ve kimin ömrünü uzatırsak yaratılışta âdeta geriye
döndürürüz onu, çocuklaşır; hâlâ mı akıl etmezler?
(Yasin/68)
Ve kimin ömrünü uzatırsak yaratılışta âdeta geriye döndürürüz onu, çocuklaşır; hâlâ mı akıl etmezler? (Yasin/68)

Eskişehir’den bindiğim tren nihayet Savaştepe garında durdu. Çocukluğumun ilk dokuz yılını geçirdiğim bu taşra kasabasına uzun yıllar sonra yeniden gelince, mekândan çok kendimin değiştiğini, daha da açıkçası, yaşlandığımı farkettim. Çocukluğun hatıralarına gelince, onlarsa her geçen gün daha da gençleşiyor. Öyle ki zaman, sırf kolayca kavramak için somutlaştırdığımız saatlerin zıttına, çoğu kez geriye doğru işliyor.

Bizler de modern dünyanın tüm aşındırmalarından oraya, yani düşselliğin o kusursuz coğrafyası olan çocukluğa sığınıyoruz. Çocukluğumuzun evi, Bachelard’ın dediği gibi, bizi mazide durup dinlenebileceğimiz düşlerin eşiğine götürüyor çünkü. Ve trenler her zaman böylesine çocukluğun içinden geçip duruyorlar. Bu yüzden ne tren sadece bir binektir ne de çocukluk sadece biyolojik bir evredir; bunlar birbirine örgülenmiş ruh halidirler. Tren yollarının şekil verdiği mekânlara iliklenmiş zamanlar üstü bir süresizliktir çocukluk.

Öte yandan tren ve çocukluk sanki sadece taşraya dairmiş gibi gelir. Mesela trenler kentlere sığmazmış, sesleri kentlerde duyulmazmış gibi. Çocukluk da sanki salt taşranın tozlu mahallelerinde doğup serpilirmişe benzer. Nurdan Gürbilek, bu savın bir adım ötesinde, çocukluğunun kendisi taşradır, der. Bunun ne demek olduğunu, dokuz yaşında taşınmak zorunda kaldığım İzmir’de anlamıştım. O gün tam da şu an bulunduğum Savaştepe Garı’ndan binmiştim trene. Pencereden baktığımda yavaşça geride kalan Savaştepe tabelası gözümden silinmez. Şimdi de yaşlanmaya yüz tutarken bu tabelanın benden hiç gitmediğini fark ediyorum. İzmir’e gelince, uyum gösteremedim buraya.

Daima yanımda taşıdığım taşrayla “kendi kentimde” bir ayrıksı olarak kaldım. Burada tren sesi duyulmuyor, hiçbir şey tat ve koku vermiyordu.

Henüz duran trenden inip Savaştepe’nin uzaklarına bakıyorum da, çocukluğumun düşleri nasıl da ışıldıyor. Burnuma kokular geliyor evvela. Toprak kokusu, dut, çağla badem ve kavunun kokusu, tandırdan henüz çıkan ekmeğin üstündeki yağın, salçanın ve dahi tuzun kokusu, kasabanın delisi İbraam’ın –şimdi tütün olduğundan emin olduğum– ekşi kokusu, kümes kokusu, henüz mayalanmış yoğurt kokusu, babaanne kokusu, banyoda yeşil sabun kokusu, mahalleli çocukların bitlerine deva gaz yağı kokusu…

Ya rengi nasıldı Savaştepe’nin? Ya teni ya sesi? Nasıl bırakmadı beni onca yıl bir saniye… Sonra balkondan selamlaştığım yıldızlar —evin damında uyurken üstüme örtü olan. Ayçiçek tarlaları arasından bir görünüp bir kaybolan güneş, —eve gitmeyeyim diye tepemden eksik olmasını hiç istemediğim. Misafirliğe giderken yarıştığım ay —bilirsiniz, tüm taşra çocuklarının mütebessim dedesidir kendisi. Terleyip hasta olmayayım diye nefesini yüzüme sabırla üfleyen rüzgâr. İlk resim öğretmenim bulutlar —hayatı evinin penceresinden seyredenlerin gözlerine sürme çektiği. Hala hangi türü olduğunu çıkaramadığım çiçek desenli şalvarlı kadınlar —sırtlarına bohçaladıkları yavrularıyla yekpare. Tarlada çalışan bu kadınların, çocuklarını bir bakıcıya vermeyi akıllarına dahi getirmediği zamanlardı yani. Sonra güneş yanığı yüzlerini iyice gölgeleyen gri kasketleriyle gizemli amcalar —sırtlarında karpuz taşır gibi kambur ama yine mağrur, yine mütevekkil.

Hızlı büyüme arzumuzun nedeni Java mobiletli abiler. Ve kardeşiyle aynı elbiseyi giymeye hükümlü kız çocukları —ki bu duruma yaşları ilerledikçe itiraz edeceklerdir. Kendisinde olmadığı için bisikletliyi itmeye mahkûm olmuş erkek çocuklar —her akşam babalarının eve bisikletle gelmelerini bekleyen, en çok da bunun için ödevlerini yapan, siyah önlüklerine kazınan tembellik yaftasından en çok bunun için hayıflanan. Bir yandan toz toprak içinde öte mahalle takımını yenmeye didinen birbirinin kopyası çocuklar güruhu; diğer yandan bu tozdan kaçan, saçları limon kokulu gençler —tüm aşklarını uzaktan bakışlara ve mektup zarflarına iliştirilen. Biliyorum bugün artık kimsenin tahammülü yok beklemeye ve kaybetmeye; “Bu olmazsa öteki olur.” deniyor. Oysa hüsranla biten aşklar, gerçekleşmeyen hayaller, satın alınamayan eşyalar gönülde yaşatılmaya devam ederdi çocukluğumda. Bu boşluk, bu kayıplık duygusu ne çok şairle doldurmuştur yerini mesela. İstediklerine kavuşanların mutlu yuvaları oldu; onlarınsa hüzünlü kitapları. Ha bir de henüz ümidini kaybetmemiş delikanlılara düğünlerde gözleriyle alkış tutan evlilik çağındaki kızların utanmalarını mühürleyen gül rengi pembelik. Oysa utanmanın özgüven kaidelerince kınandığı bir çağı yaşıyoruz şimdi.

Devam ediyorum çocukluğumu düşlemeye. Kulağıma sesler geliyor. Yavrularını yemeğe çağıran annelerin yorgun fakat merhametli sesleri. Bu çağrıya icabeti haklı kılan, eve gitme vaktini onaylayan akşam ezanı sesi. Ezan okunurken uzananlar doğrulur, maç için koşan çocuklar çömelir, o arada atılan gol de itiraza kapalı şekilde geçerliliğini yitirirdi. Ezan, kasabanın meyhanesinde bile günah işlemeye ara verildiği vakitlerdi. “Şerefe” diye kalkan kadehler ezan vakti elden masaya eğilir, icabında kendi lisanıyla ezana hürmet ederdi. Belki de “Artık tevbe etmek lazım.” diye geçirirdi tamamlanmamış planlarına hayıflanan amcalar ve biraz da büyüdüklerini ispat için meyhaneye giden seyrek bıyıklı yeniyetmeler. Büyümek taşrada mühimdi zira.

Ben de büyüdüm. Yeterince kirlendiğimden anlıyorum bunu. Yeniden o saf, o hesapsız itikada sahip olmak için bugün aklıma yapışmış ne çok şeyi yanlışlamam gerektiğini düşündükçe ürperiyorum doğrusu. Oysa gökkuşağı renklerinden ibaret bir tuvaldi çocukluğum. Kendimi bugün bu kasabada ve bu tuval üzerinde yeniden seyredince, ruhumun şimdiki solgun renklerini görebiliyorum. Meğer çocukluğumda olmuş ne olmuş ve olmamışsa. Her şey o zamanda yaşanmış ve bitmiş. Sonraki yıllarsa çocukluğumda elde ettiklerimi kaybetmekten, harcayıp tüketmekten ibaretmiş. İnsan çocuklukta biriktirir ve ellerindekini harcadıkça yaşlanırmış.

Akşam oluyor. Vagonda kıpırdanmalar var. İnenler. Binenler. Trenden sadece valizlerle inilmiyor ama: yarım kalmış düşlerle, kovalanan ümitlerle iniliyor. Bense valizsizim. O gün bugündür bir yere mukim hissetmedim kendimi. Öylece asılı duruyorum uzamda. İçerde miyim, dışarıda mı? Belki de trenler gibi, ölü bir çocukluğun ve yitik bir taşranın ağıtını yakıyorum, bilemiyorum. Sadece bakıyorum: trenin penceresinden kasabaya mı, yoksa çocukluğumun penceresinden zamana mı? Derken önce lokomotif motorunun azimli gürültüsü, ardından titreyen koltuklar ve yavaştan hareket. Yine, taşındığımız o gri gün gibi geride kalıyor Savaştepe tabelası. Renk, koku, ses, tat ve doku... Küçük adımlarla koşturan onca hatıra ve üzerine yaşama bitkinliği sinmiş çocukluğum: Hoşçakal ve her daim merhaba.